Benim Küçük Krallığım

Yakup Kadri’nin Yaban romanı, yarı aydının, cahil ve kımıl kımıl böcekleri andıran yoksul köylüler karşısında duyduğu dehşeti, ezikliği, vicdan muhasebesini ve yabancılaşmasını anlatır. Aydın-halk karşıtlığı da denebilir buna. Bu makus makas bir türlü kapanmaz. Kapanmadığı gibi içten içe insanı kemirir ha kemirir.

Sinik, pasif, kibirli, eylemsiz, mutsuz ve çıkışsız yarı aydın nobranlığı bir yanda, alabildiğine sünepeleşmiş, karikatürleşmiş, eyyamcı, yoksul, eğitimsiz ve cahil halk bir yanda. Bu ikisinin karşılaşması, bakışması, görüşmesi, takışması, efelenmesi, tepişmesi her daim uzlaşma stratejilerini getirmez… Aksine alabildiğine iki yüzlülük arz-ı endam eder bu aşk nefret ilişkisinde. Ne seninle ne de sensiz, demeye kalkılır, “sensiz”e yakınlaşılır ama o korkunç yoksunluk durumu ile yüzleşmeye güç bulunamadığından ahkâm kesilir de kesilir. Fasit bir daire içinde tavaf edilir. Bir arpa boyu yol gidilir. Dönüp bakılır ki hakikaten sadece bir arpa boyu yoldur gidilen. Ne eksik ne de fazla.

Şarkıda dendiği gibi “Böyle mi geçecek ömrüm” huysuzluğuyla yeni hamlelere güç toplanır gel gör ki, kolu kaldıracak güç bulunmaz.

Öfke, mutsuzluk, yetersizlik ve engellenmişlik hissi çıldırtıcı dereceye vardığında, durum tüm bu duyguların boşaltılacağı zaman-mekân-kişi arayışına evrilir.
Shakespeare’e dedirtilir: “Vicdan genelde korkakların sevdiği bir sözcüktür ve öncelikle güçlüleri dehşete salmaya yarar.”

Vicdan nedir hakikaten?

Peki, kötülüğe iyilikle karşılık vermek, kötülüğü yapanı “doğru yol”a sevk eder, onu utandırır mı?

Ataerkil kapitalist sistemin yarı aydını ve her daim yeniden yeniden yeniden kurmak istediği iktidar olgusu. Peki, kazanırken ne kaybedeceğiz? Neleri kaybettik? Ya kazandıklarımız? Neredeler? İşte Kapadokya’nın zamandan bağımsız, evvel zaman içinde kalbur saman içinde dünyasına iliştirilmiş insanların hikâyesi Kış Uykusu. Görünürdeki basit hikâyelerin taşıdığı derinlik ve yoğunluk, biliyorum ama anlatamıyorum, hissi yaratıyor.

Kış gelir, közler ateşe dönüşür.

Taş atan çocukların öfkesi hakikidir. Ne taşra imamının sonsuz sırıtışındaki iki yüzlü küfre işaret eder ne de bencil ve muktedir Aydın’ın içtenlikten uzak hayat karşısındaki donukluğuna. Krallığını çatırdatır. Peri bacaları oyuklarında sonsuz uykuya çağırır.

İç dünyamızla yüzleşelim, çağrısı sanki Kış Uykusu’nun yüzlerimize sürdüğü kömür isidir.

Karakterler hep aynı, değişmiyor, gelişmiyor. Bütün Nuri Bilge Ceylan filmlerinde olduğu gibi çıkışsızlık ve yüzleşememe durumunun yılkı atları gibi. Asla gerçek iletişim kuramayan, aynada kendine bakmaktan kaçan, göz kaçıran tekinsiz ve sevgisiz insanlar bunlar. Bir yanıyla derin, öte yanıyla son derece sıradan. Bizim sonsuz sıradanlığımız kadar sıradan ve fuzuli, bir o kadar da biricik.

Kırık yaşamlar geçidi, bir o kadar da politik göndermeleri var.

Ah sınıflar, ah sınıfsal refleksler…

Teslim olmak gerçeklerle yüzleşmekten daha mı kolay ya da daha mı keyifli.

Kötülüğe karşı koymamak…

Kötülüğü yapanı iyileştirir mi?

Acilen gidile, izlene, düşünüle, düşünüle…