Baklagiller ve Panoptikon

Sonbaharda tatlı bir güneşe sırtını vermek kadar keyifli olan bir şey varsa; o da bahçelerde yere düşmüş cevizleri keşfetmektir. Sanki folluktan yumurta aşırıyorum hissi her yanımı kaplar. Yaprak yığınlarının ya da yumuşak çimenlerin içine saklanmış muzipçe bana  bakan cevizi görüvermek börtü böceğe karışmış gibi arındırır beni.

Toprak ne güzeldir.

Ağaç ne güzel.

Kızarmış yapraklar, kızıldan sarıya akan doğa, kaybedince bulunan, ışığı göz kamaştıran güneş ne güzel...

Oysa, aşırı performans, başarıya odaklanmış yaşamlar, aşırı üretim, aşırı tüketim, gösteriş, şiddet, sürekli görünür olmak gayreti, sürekli sosyal medyayı takip etmek, kulağı tetikte bir felaket haberine hazırlanmak ne yorucu.

Zamanın ışık hızında yok olmasına karşılık, otların arasında yolunu açmaya çalışan bir kamlumbağanın çıtırtısında hayatı durdurmak ve bu dinginlikten başlamak yaşamın yeşilliğine ne dinlendirici, ne sağaltıcı...

Ayağın toprağa değdiği an, doğanın bin bir kokusunu duyduğun an; bir insan ne ister, sorusu asılı kalınca havada, o tatlı uyuşukluk ve sonsuzluğa dair “anlatamıyorum” kekemeliği seni kifayetsiz bıraktığında, “büyük maceramıza” içim ezilmeden bakamıyorum işte.

Bir insan, bildiği ve dilediği biçimde, sevdikleriyle mutlu ve engelsiz yaşamanın dışında ne ister?

Bu kadar başarıya aç olmak, performansa mahkum yaşamak bir tür yeni şiddet biçimleri ile yaralamaz mı bizleri?

Sürekli izlenmek isteği ile her an “aktif” ve ölümüne eğleniyormuş gibi yaparak insanın kendini teşhir etmesi;  koşturmak, deli gibi, çılgın gibi, nefessiz, odaklanamadan, derinlemesine o anın tadını çıkaramadan, bir sesi, bir cevizi, bir kokuyu, duymadan, görmeden yaşamak...

İşte yeni zamanların bizlere dayattığı yaşam biçimi.

Özgürüzdür sorsalar bize.  Alabildiğine özgür...

Gerçi  yalan haber dendi ya, Örneğin Ece Erken'in sarışınlığıyla yavrusunun kara saçları arasındaki uyumsuzluğu yakıştıramayan magazincilerin, Ece Erken çocuğunun saçlarını boyatmış yollu haberlerini, her iki anlamda da yadırgamayan biz, izleyenler toplumu, her türlü gareze müstehakızdır belki.

Ya da Zizek'e göre Batı'nın toplumsal sistemi, özgür kadınları, serbest piyasada rekabet güçlerini koruyabilmek adına güzellik ameliyatlarına katlanmak, kozmetik emplantatlar koydurmak veya botoks iğneleri yaptırtmak için devasa bir baskı altına almaktadır. Bu haliyle gönüllü olarak ameliyat eziyetlerine katlandıkları Batılı toplumun kadınları zorla klitoris sünnetine maruz bırakan Afrika toplumundan ilke olarak farkı yoktur.

Haliyle yoktur bir bakıma.

Kelle alıcı disiplin toplumu şurada dursun, buna ek baskılanmış bireyler olarak “toplu koşu” günlerindeyiz yarış atı suretinde.

Sonumuz kişisel ve toplumsal depresyon.

Ah, Tanzimat romancıları, hala kendimizi gösterme ve beğendirme derdindeyiz. Bu kez “Batı”ya değil de hiç merhabalaşmadığımız ama facebook arkadaşımız kapı komşumuza, amirimize, memurumuza, cümle zevata...

Kapitalizm güzel yüzü, sen ne maymun ettin bizi! Heyhat!

Hepimiz pazarda dolanıp duran serseri mayınlara döndük, diyeceğim ağır kaçacak da, dedim gitti n'apayım?

Sosyal medya başında ve içinde  sürekli gözetleyen ve gözetlenen aparatlarız artık. Bin bir türlü sosyal medya mecrasında bir denetim toplumu olduk.

Panoptikon toplumu parayla değil a, sırayla.

Artık böyle.

İngiliz filozof ve toplum kuramcısı Jeremy Bentham 1785 yılında tasarladığı hapishane inşa modeli bu panoptikon.

Panoptikon sözcüğü  ‘’pan’’ (bütün) ve ‘’opticon’’ (gözlemek) anlamına geliyormuş. Panoptikon'un temelinde yatan ilke, tek odalı hücrenin içinde saklanacak hiçbir yerin olmaması.

Bina yukarıdaki resimlerde görüldüğü gibi gözetleyicinin merkeziliğini sağlayabilmek adına yuvarlak bir yapıda tasarlanmış. Yuvarlak yapının dışa ve içe bakan pencereleri bulunuyor. Yuvarlak yapının ana binasında hücreler yer almakta. Birbirinden bağımsız hale getirilen hücreler, birbirleriyle iletişim kurulamaz şekilde tasarlanırken hücre içerisinde bireylerin yalnızlaştırılarak direniş göstermemeleri amaçlanıyor. Hücrelerin ışık alma ve pencere sistemleri, tamamen gözetleyicinin güçlü kılınmasına uygun olarak tasarlanmış. Hücrelerin dış pencereleri sadece ışık almak amacıyla kullanılırken, iç avluya bakan pencereler ise hücre içindeki kişinin, gözetleyici adına görünürlülüğünü arttırmak için yapılmış.  Gözetleyicinin kulesinde yer alan pencereler ise özel bir tasarım. Bu tasarımda pencerelerden içeri bakacak olan mahkûmlar, gözetleyicinin orada olup olmadığını ya da gözetleme yapıp yapmadığını göremiyor. Bu nedenle kendilerini sürekli izleniyormuş gibi hissediyor.

Haliyle sürekli kendini kollama ihtiyacı ile sürekli görünür olma durumu iç içe geçiyor. Çıldırtıcı bir şizofreni durumu. Bir o uç, bir diğeri. Ve dengesiz bir sarkaçta salınan günümüzün insanı...

O değil de ben, sonbahar hüznünün kendi içine bakma ve iyileşme günlerine evrilme yolunu açacağını düşünüyor iken. Kızarmış ağaçlarla bezeli bahçelerde kaybolacağımı hayal ediyor iken. Birleşmiş Milletler'in 2016'yı “Baklagil Yılı” ilan ettiğini öğrenmiş iken ve dahi mercimeğin yüzde altmışını ithal ettiğimizi duyarak dertlenmiş iken... Üstelik bu haftaki yazının pastırmalı kuru fasulye olacağı sözünü vermiş iken görün bakın nelere daldık...

Demem o ki, bol bol yürüyüş yapınız. Sonbaharın tadını çıkarınız, koşuşturmadan, teşhire bulaşmadan rindane bir biçimde yaşayınız.

Değil mi ya dünya bize uysun.