1 Mayıs'ın ardından

Bir hafta mı geçti?

Evet.

Niye soruyorsun ki?

Şunun için, hani kendi kendimize tuhaf bir eğilimimiz vardır. Zaman diye nitelendirdiğimiz ve aslında tamamen modern dünyanın bir dayatması mefhuma dayanarak bazı miladlara gerek duyarız. Sıvı zamanı sabitleştirmek için bazı yol işaretlerine gereksinimiz vardır. Bir sabitleştiriciye, bir başlangıca, bir işarete, bir görüntüye, bir duyguya, bir imgeye.

Öyle mi?

Evet kesinlikle öyle. Yılbaşları mesela. Takvimlerde belirtildiği üzere, yeni bir yıl yeni bir başlangıç olarak imlenir ve uzanıp gittiği düşünülen ve sonsuz olanaklar sunduğu umut edilen yeni yıla övgüler, dilekler, beklentiler yüklenir. 1 Mayıslar da benim için öyledir. Her 1 Mayıs'ın bir imgesi asılıdır mesela hafızamda. Hesap ettim, 1992'den beri 1 Mayısları kutlar olmuşum. Dile kolay yirmi dört yıl (rakam ile yazamadım, hem çok soğuk hem de tüm o zamanın enine doğru uzanmış tüm yükü sanki o rakamlarda gizli. Neme lazım yazı daha uzlaştırıcı, sanki daha yumuşak ve hem daha inatçı.) Tüm o 1 Mayıslar İstanbul'da geçmiş, son beş yıl hariç. Ama İstanbul'da geçen birini hatırlıyorum, sonuncusu olsa gerek. Bir sempozyum için İstanbul'a gitmiştim. Pek özlüyordum aşufteyi. Beş haftada bir bir bahane bulup, soluğu İstanbul'da almak gibi kötü bir huy edinmiştim o zamanlar. Sempozyum bahane denk getirmek şahane diyerek İstanbul müptelası gibi yoksunluk sendromuma çare bulmak derdindeydim. Yine o yıl da Taksim belasına öyle terörize olmuş bir ortam vardı ki, niyet sabit olmakla birlikte evden çıkamamış, upuzun bir 1 Mayıs kahvaltısını televizyonun karşısına çakılı halde hop oturup hop kalkarak yapmıştık....

Çok mu kişisel oldu?

Çok mu kişisel oldu?

Olsun. Bazen kişisel tarihimiz, zaman-mekanı aşarak, tüm bir nesnelliği turnusol kağıdı gibi yansıtabilir. Öyle değil mi?

Evet.

Sonra bulunduğum Rusya taşrasında (demek isterdim ama değil, düpediz Anadolu'da bir yerde) Gogol'un Palto'sunda yaşarken yaşadığım renksiz, biraz mutsuz, biraz silik, biraz yağ lekeli trençkotumun utangaçlığına sığdırılan hafif solmuş ama idare eder kıvamlı 1 Mayısları da eklemem gerek. Bir Zamanlar Anadolu'da filmindeki gibi yuvarlanıp giden elma misali tam da cılız dereye yaralı bereli ulaşacak ve bir çamur birikintisinde az biraz soluklanıp oradan oraya savrulurken kurtlanacakken örneğin...

Uzatma!

Uzatmayayım iki gözüm sultanım, caanım efendim.

Sadede geleyim.

Bu 1 Mayıs'ta da İzmir'de idik hayırlısıyla.

Ben İzmir'e pek mesafeli bakar idim. Biraz tanko, biraz galesiz, biraz hımbıl, biraz ketum, biraz kokoş... Gelir idi İzmir.

Değilmiş meğer. Bir latif, bir alçakgönüllü, bir misafirperver, bir canayakınmış ki sormayın. Riya miya yok. Özü sözü bir. Cengaver mi dersiniz, yiğit mi dersiniz, Ege'nin ışıklı enginlerine doğru uzanıp giden, insanın gönlüne değen imbatla karışık umut tozları yağdırdı gönlüme.

Sen çok yaşa İzmir!

Uzatmayayım lafı. Uzanıp giden kortejde bekleyedururken ve etrafıma baktıkça keyiflenirken ben, adı lazım değil Hakan çıkageldi örneğin. Çın çın öten sevinç naralarına karışırken sözlerimiz, ayaküstü neler konuştuk neler. Psikosinemadan tutun da son dönem filmlerden, Yolculuk'dan, Beynelmilel'e uzanıp gidiverdik. Beynelmilel'i pek sevdim deyince ben, pek bi paylayarak beni, filmden geriye aklında ne kaldı deyiverdi. En acılı darbenin ardından, bunu anlatan filmi izleyince aklımda ne kalmıştı hakikaten? (Tavukları döndermişem, Hacı'yı da namaza göndermişem mi?) Düşünmeliyim.

Sonra Ayla Kutlu'dan Sevgi Soysal'a selam durarak, yazalım, düşünelim, peki bu dönem kadın yazarlar ne durumda? Artık kadın yazar çıkmıyor mu yoksa? Sorusuna takılıp kalarak...

Vedalaştık.

Sonra sonra esinti giderek şiddetini arttırırken, çok tanıdık simalara bakarken, acaba Hasan Bey (Bey demesem) mi derken, bu kez de Güney çıkageldi.

Amanın, zaman-mekan Tanpınar'ın dediği gibi yekpare oldu bir an. Şenlik başlasın havasına girdik dostların sofrasına buyur edildik gibi düşündük.

Hey hey hey!

Şu dergileri konuştuk, hasret giderdikten sonra. Şu dergiler, Ot, Mot, Bavul, Mavul, Fil, Gergedan pek çoklar. Kafamızı karıştırıyorlar. Yoruyorlar, mutsuz ediyorlar dedik. Odaklanma problemi yaşatıyorlar.

Kesinliksiz, bağlamsız, bütünlüksüz, akışkan, kaygan...

Yazalım, yazasın dedik.

Sonra hep bir ağızdan 1 Mayıs marşını söyledik.

Yan yana. Yana yana... Pek bir coşkuyla...

Efendime söyleyeyim.

Laf lafı laf tütün kesesini açtı.

Bitmedi, yirmi yıldır görmediğim bir dostu, kuşu, adı lazım değil Hicran'ı gördük. Nazım'ın bahçesinde o yangın hararetinin üstüne biralarımızla cila çekerken, başka başka maceralar yaşadık. (Bizde kalsın) Hicran, bize fizik anlattı. Anlatırken kavanoz dipli dünyadaki softaları, hacıları fizik problemlerine bulaya bulaya çiğ çiğ yedik.

Velhasıl-ı kelam dostların arasıdayız güneşin sofrasındayiz şarkısını ilk kez hep bir ağızdan nerede söylediydik diye düşüne düşüne... Aslında domuzuna apaçık hatırlarken...

Miladlara gereksinim duyarız.

Sıvı zamanı sabitleştirmek için bazı yol işaretlerine tutunmak isteriz.

1 Mayıs'dan daha önemlisi ardından gelecek kocaman bir 1 Mayıs yılıdır oysa.

İzmir güzel, kortej güzel, imbat güzel, dostlar güzel.

Gelsene....