Mevcut ekonomik modelde perde inerken

Bir kez daha, ekonomideki yapısal bozukluğun geçici ve yüzeysel önlemlerle düzeltilmesinin olanaksız olduğunu belirtmekte yarar var. Uzak geçmişe geri dönmeden, bu bağlamda meşhur 24 Ocak 1980 kararlarını ve Ağustos 1989’de sermaye hareketlerinin serbestleşmesine yeşil ışık yakan 32 sayılı Karar’ı tekrar gündeme taşımaksızın, yapısal bozukluğun kısa tarihine kısaca göz atıldığında, hastalıklı yapı görülebiliyor..

2000’den günümüze uzanan zaman dilimi, yapısal bozukluğun kısa tarihini oluşturmaktadır. Bir başka deyişle, 21. yüzyılın şimdilik ilk ondört veya onbeş yılı ekonominin neoliberal düzene teslimiyet ve yağmalanma süreci olarak Türkiye iktisat tarihinde yerini almıştır. Süreçte doğal olarak, çalışanların sosyal ve ekonomik haklarının tasfiyesi başköşeye oturmaktadır.

Neden 2000 yılı sürecin başlangıcını oluşturmaktadır? Anımsayalım, IMF ile uzlaşmaya varılarak 17. Stand-by düzenlemesi imzalanmış ve 1 Ocak tarihinde yürürlüğe konulmuştur. Ardından yaşanan yıkıcı Şubat 2001 krizini takiben Kemal Derviş ekibinin hazırladığı Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı (GEGP) ile birlikte yeni bir dönemeçten geçilmiş ve neoliberal dalgaya Türkiye tam anlamıyla teslim edilmiştir. Süreçte derin ekonomik kriz, GEGP, koalisyonun hızla tuz buz olması, genel seçimler ve yeni bir iktidar yer almaktadır. Yapısal bozukluğun ondört veya onbeş yıllık kısa tarihinin yaklaşık oniki yılına AKP hükümetleri damga vurmuştur. Aynen nasıl “ileri demokrasi” kavramı kullanıldıkça klasik burjuva demokrasisinden uzaklaşıldıysa, meşhur yapısal reformlara tam gaz devam edildikçe yapısal bozukluk ve kırılganlık artmıştır.

ABD Merkez Bankası konumundaki Fed’in para politikasında değişikliğe gitmemesi ve dışarıdan sermaye girişinin hız kesmemesi de yapısal kırgınlık ve hastalığı sağaltıcı bir reçete değildir. TCMB Başkanı’nın ve üst yönetiminin TL’nin gelecekteki değerine ilişkin umut ve beklentileri ikna edici değildir. Bozulan, deforme olan ekonomik doku yenilenmedikçe çözüm sürecine girilemez. Ancak ve ancak sorunlar birikir ve açmazlarla yüzleşme ertelenmiş olur.

Ekonomideki yapısal bozukluğu çeşitli makro değişken veya büyüklükleri kısaca gözden geçirerek ortaya koyabiliriz. İşe koyulalım: Ekonomik büyüme kırılgandır dış ticaret açığı giderek artmakta, ihracatın ithalatı karşılama oranı düşmektedir kronikleşen cari açık (dış açık) ekonominin daralma evrelerinde bile giderilememektedir özel sektör (finansal olan ve reel sektör) dışarıdan hızla yüklü miktarda borçlanmaktadır kısa vadeli dış borcun toplam içindeki payı çok yüksektir kamu borcu artmaktadır resmi söylemin aksine döviz rezervleri sorun çözecek düzeyde değildir dışarıdan gelen sermaye ağırlıklı olarak spekülatif niteliktedir uluslararası yatırım pozisyonundaki açık hızla artmaktadır işsizlik resmi rakamların ötesinde yüksektir imalat sanayisi ithalata bağımlıdır ve düşük katma değer üretmektedir ihracatçı sektörler bir bütün olarak ithalata dayalıdır, ihraç edilen ürünler ağırlıklı olarak standart teknoloji yoğun olup yüksek teknoloji yoğun ürünlerin ihracattaki payı düşük kalmakta ve dünya sıralamasında dereceye bile girememektedir. Listeyi uzatmamak için eklemediğimiz diğer yetersizlik ve çarpıklıkların yanı sıra sağlıktan eğitime, sendikal haklardan çeşitli kamu hizmetlerine erişimde çıkan güçlüklere ve “reform” adı altında hizmetlerde düşük nitelik ve çarpıklıklara yer vermediğimizi de belirtelim.

Soru şu: Mevcut model çarklarını döndürebilir mi? Hastalıklı ve kırılgan ekonomik yapı kendini yeniden üretebilir mi? Kuramsal olarak ve uygulamada bu olasılık vardır ancak büyük ölçüde, tüketime, inşaat sektörüne, ithalata, dış kaynağa, borçlanmaya, ticarete dayanan bu savruk ve savurgan ekonominin kendini yeniden üretme kapasitesinde hızla sınıra ulaşılmakta olduğu da gerçektir. Küresel kapitalist düzende neoliberal politikalar uygulayarak yer almaya soyunanlar, sonuçta borç ekonomisini Türkiye’ye hediye ettiler.

Borç veya AVM ekonomisi olarak tanımladığımız hastalıklı veya kırılgan yapının gelecek yazıda rakamsal olarak sergilenmesi yazı başlığını zannederim doğrulayacaktır.

Not: Deniz Teztel ile şahsen tanışmadık. Ancak Teztel’i 1980 darbesini izleyen yıllarda yiğit, cesur ve baskıdan yılmayan, gerçekleri sergileyen bir gazeteci olarak yaptığı haber ve yazılarıyla tanıdım ve sürekli izledim. Güneş gazetesinden okurlarına yansıyan ışık ve umut kaynağı oldu. Deniz Teztel’i saygıyla anıyorum. Işıklar içinde uyusun...