IMF uyarıyor: Günaydın

Anımsayalım geçen hafta 2013-2015 ile 2014-2016 yıllarını kapsayan Orta Vadeli Program’larda (OVP) yer alan temel makro ekonomik büyüklükler tabloya dökülerek karşılaştırılmış, öngörülerdeki isabetsizliğe dikkat çekilerek kısaca değerlendirmişti. Büyüme, milli gelir, enflasyon, döviz kuru, toplam yurtiçi tasarruf ve sabit yatırımların artış hızları ve işsizliğe ilişkin rakamsal hedeflere ulaşılmadığı ve tutarsızlıklar bulunduğu irdelenmişti.

Öngörülerdeki sapmalar ekonomideki zafiyeti, yapısal bozuklukları ve dolayısıyla kırılganlıkları açıkça ortaya koyuyor. İster istemez bazı tekrarlara başvurmak kaçınılmaz oluyor yüksek cari açık, çok düşük düzeye çakılıp kalan yurtiçi ve bağlantılı olarak özel tasarruf, sıcak parayla ve borçlanmayla finanse edilen ekonomik model, döviz tüketen bir ihracat yapısı, işsizlik ve giderek çarpıcı hale gelen adaletsiz gelir bölüşümü ekonominin temel özellikleri olarak dikkat çekiyor.

Türkiye’deki ekonomik durum değerlendirilirken IMF’nin bakış açısını dikkate almak da yarar bulunuyor. IMF’nin yılda iki kez yayımladığı Dünya Ekonomik Görünümü (World Economic Outlook) raporunun Sonbahar baskısında küresel kriz ortamında dünya ekonomisinin içinde bulunduğumuz yıl ve geleceğe ilişkin beklentiler yer alıyor. Doğal olarak Türkiye ekonomisinin konumu ve geleceğe ilişkin beklentiler rakamsal olarak resmedilmiş bulunuyor. Bu noktada önemli gördüğümüz başlıca iki saptama yapmak istiyoruz.

(1) İlk saptama IMF öngörülerinin isabetsizliğine ilişkindir. Bu saptamamızı, 24-25 Ekim tarihlerinde Ekonomik Yaklaşım dergisinin Ankara’da düzenlediği uluslararası kongrede, IMF’den Ayhan Köse, Perşembe günü yaptığı konuşmada açıkça doğruladı! 2008 yılından itibaren IMF’nin tüm öngörülerinde yanıldığını, ciddi sapmaların ortaya çıktığını belirterek, 2018 yılında ancak kriz öncesine geri dönülebileceğini ve kendisinin de oldukça kötümser olduğunu belirtti. Finans piyasalarındaki aksamaları IMF’nin gözden kaçırması ve sağlıklı bir değerlendirmede bulunamadığına ilişkin saptaması da ilginç ancak ders verici nitelikteydi.

Bu yanılgı ne ilktir ne de sonuncusu olacaktır. 1998’de beliren Güneydoğu Asya krizinden IMF ve Dünya Bankası’nın geleneksel toplantısı Güney Kore’de gerçekleşmiş ve bu ülke ekonomik başarımına övgüler yağdırılmıştı. Toplantının ardından bir ay geçmeden, başta Güney Kore olmak üzere bu coğrafya’daki ekonomiler zincirleme olarak çöktüler! Yanılgı, kapitalizmin doğası ve yapısal özelliklerinin gerçekçi biçimde analiz edilmemesi, kısacası yüksek kar peşinde koşulurken kırılganlıkların bir kenara bırakılmasından kaynaklanmaktaydı. 2007’de başlayıp ertesi yıl somut olarak beliren küresel finans krizinde aynı hata veya görmezden gelme yaşanmıştır. Kapitalist sistem üretim değil sanal olarak oluşturulan finansal varlıklara dayanarak varlığını sürdürmeye kalktıkça ve bu süreçte büyük finansal rant veya getiri sağlandıkça, bunun sonunun gelmeyeceği sanrısına kapılıp gidilmiştir. Nitekim Türkiye 2001 yılında derin ekonomik krize sürüklenmeden önce tüm göstergeler krizin gelmekte olduğunu belirtiyordu. Doğal olarak görenler için… Asli faaliyet alanı dışından sağlanan brüt karın üretimden elde edilen karın önüne geçtiği bir imalat sanayisinin mevcut olduğu koşullarda kriz patlak vermez mi? Bir başka deyişle, Türkiye’de imalat sanayisinde 500 en büyük firmanın repo, hazine bonosu, döviz spekülasyonundan sağladığı kazanç üretimden sağladıklarının ötesine geçiyorsa, devlet borçlanması en büyük sanayi kuruluşlarının kar kapısını oluşturuyorsa, ister istemez ekonomik-finansal kriz patlak verecektir! Bunu göremeyen hükümet,ekonomi bürokrasisi, Türkiye’de havadan kazanç sağlayan büyük özel firmalar ve de IMF’ydi!

(2) İkinci saptama IMF raporunun tanıtım toplantısında kurumun ülkemizdeki temsilcisi Mark Lewis’in Türkiye’de büyüme oranı ile cari açığın dengelendirilmesi konusunda güçlükler olduğunu belirtmesi ve büyümenin iç talebe, bağlantılı olarak da özel tüketim ve kamu yatırımlarına dayandığını belirtmesidir. Temsilci, güçlü iç talebin cari açığı ve enflasyonu körükleyici etki yarattığını, tüketici kredisindeki artışın car, açığı artırıcı etki yarattığını, iç tasarrufun artırılması gerektiğini vurgulamıştır. Mali sıkılaştırma ve pozitif reel faiz uygulamasına geçilmesini savunan Lewis, krediye kısıtlama getrime çabalarını olumlu bulurken, büyümenin motorunun dış talep olması gerektiğini vurgulamış ve yapısal reformlara devam diyerek sözlerini tamamlamıştır.

Lewis’in düşük iç tasarruf, yüksek cari açığa yol açan iç talebe dayalı büyüme, tüketici kredi hacminde şişkinliğe ilişkin saptamaları özgün değil! Mevcut ekonomik yapı ve veriler zaten bu saptamaları kaçınılmaz kılıyor. Ancak gene tekrar edelim model sorgulamıyor. İmalat sanayisinin mevcut yapısıyla, var olan düşük teknolojiyle, devletin hoyratça desteklediği inşaat faaliyetleriyle, kentsel rantları besleyen bir yaklaşımla, gelir bölüşünü giderek bozan bir politikayla bir yere varılamayacağı açıktır.

Yapısal reformlara gelince 1980’den bu yana yapısal reformlar ile yatıp kalkmaktayız. Nedir bu bitmez tükenmez yapısal reformlar? Daha fazla özelleştirme, kamu hizmetlerinin ticarileştirilmesi, işgücü piyasasının esnekleştirilmesi ve deregülasyon mu? Bu alanlarda yapılmayan kaldı mı? Niyet edilen ihracata yönelik rekabet gücünün artırılmasıysa, hayır kalsın ben almayayım! Çünkü slogan haline getirilen “dünya rekabet liginde” yükselme söyleminin ardında sosyal ve ekonomik haklardan kalan bakiyenin de tasfiyesi bulunmaktadır.