AKM+HES+özelleştirme+biber gazı

Mevcut düzeni ve iktidarın uygulamalarını betimlemek için başlığa daha birçok sözcük eklenebilir. Ancak başlıkta yer alan sözcüklerin kareyi tamamladığını, birbirlerinden ayrıştırılamayacağını düşünüyorum. Genç kuşakların bilemeyecekleri “mütemmim cüz” terimi, AKM, HES ve özelleştirme üçgenini tamamlayan biber gazının simgelediği baskıcı şiddete uygun düşüyor. Dolayısıyla bu dönemin simgesi AVM binasının üzerinde yükselen gaz bulutları olabilir.

Türkiye’de uygulanan ekonomik modele en uygun sıfatın, popüler deyişle AVM ekonomisi olduğunu düşündüğüm için oldukça sık olarak bu terimi kullanıyorum. Üstelik Gezi Parkı’na kışla inşa edileceğini kamuoyuna “tebliğ eden” Başbakan’ın, kışlanın AVM olarak da kullanılacağını açıkça birçok kez yinelemesi, AVM ekonomisi teriminin yerini bulduğunu gösteriyor.

AVM ekonomisini savunmak için kullanılan biber gazı insanları zehirlemekle kalmadı, gaz fişeklerinin yol açtığı ölümlerin yanısıra, gözlerini kaybedenlerin sayısı giderek arttı. Bu satırların yazıldığı sırada biri çocuk olmak üzere üç gencecik insan hastanelerde yaşama tutunmaya çalışıyor. Gözlerini kaybedenler de işin cabası... Başbakan ve çevresi topluma tebligatta bulunuyor ancak toplumsal direnç, şimdilerde yeni biçimler alarak kitleselleşiyor, kısacası toplum tebligatı reddediyor, “tebellüğ” etmiyor!

AVM ekonomisi üretim değil tüketim, iç ve dış borçlanma, bu bağlamda spekülatif sermaye, finansal rant ile kentsel rant, inşaat, ileri teknoloji değil standart teknolojiye dayalı üretim ve ithalata doğrudan bağımlı ihracat üzerinde yükseliyor.

Bu düzende emek piyasasının hızla esnekleştirilmesiyle birlikte iş güvencesinin ortadan kaldırılması, çalışma koşullarının ağırlaştırılması söz konusudur. Kamu hizmet alanının giderek tahrip edilmesi ve daraltılması sonucunda, başta sağlık ve eğitim olmak üzere kamu ve toplum yararına olan hizmetler ticarileştirilmiştir. Tabloda kayıtdışılık, artan yoksulluk ve süreklilik kazanan işsizlik de yer almaktadır.

Tüm olumsuzluklar AKP’nin iktidara gelmesiyle mi başladı? Kuşkusuz hayır! AKP ile birlikte yukarıda ana hatlarını ortaya koymaya çalıştığımız neoliberal politikaların kapsamı genişletildi ve hızlandırıldı. Onbir yıl, Türkiye ekonomisinin adeta bir anonim şirkete dönüştürülmesi ve AVM ekonomisinin yerleştirilmesi için yeterli bir süre olmuştur. Genel seçimler ve “yetmez ama evetçi” kampanya ile desteklenen 12 Eylül anayasa referandumunun ardından daha da “liberalleşen” ekonomik düzenlemelere koşut olarak sosyal ve siyasal hak ve özgürlüklerin kısıtlanması doğrultusunda hızlı adımlar atıldı. Kamusal düzenin ve sosyal yaşamın İslami kurallara bağlanma sürecinin yasal çerçevesi çizildi.

Mevcut düzenden yüksek çıkar sağlayanların AVM ekonomisinin sarsılma olasılığından tedirgin olmaları, tepki vermeleri ve iktidarın arkasında yer almaları doğal bir gelişmedir. Bu açıdan geçtiğimiz Çarşamba günü birçok gazetede çıkan bir ilana göz atmak yeterli olacaktır: “Türkiye’nin gücünü ve imajını korumak için sorumlu davranma zamanı”ymış! “Demokratik haklar kullanılmalıdır ancak hiçbir hak, hukukun dışına çıkan eylemlere gerekçe olamaz”mış! “Samimi vatandaşlarımızın taleplerini diyalog yolu ile ve demokratik çerçevede yetkililere iletmesi olumlu”ymuş! “Herkes sözünü söyledi. Bugünden sonra sokakta atılacak her adım, sadece Türkiye’nin imajını ve gücünü zedelemek isteyenlere fırsat verecek”miş! Hak-İş’ten Türk-İş’e, MÜSİAD’dan Tuskon’a, TOBB’dan TİM’e uzanan bir dizi örgütün adının ilan metninin altında yer alması kuşkusuz şaşırtıcı gözükmüyor!

Şimdilik birkaç soru soralım: Türkiye’nin gücü ve imajı ne anlama gelmektedir? Samimi vatandaşlar kimdir? Diyalog nasıl kurulacaktır? “Demokratik yol”dan ne anlaşılması gerekir? Herkes sözünü söylemiş midir? Söz söyleyenlerle hangi demokratik yoldan diyalog kurulmuştur?

Bu sorulara da soruyla yanıt vermek gerekirse Türkiye’nin gücü ve imajı AVM ekonomisi olarak tanımladığımız düzenin yansıması değil midir? Protesto eyleminde bulunanlara nasıl bir samimiyet testi uygulanması önerilmektedir? Monolog ortamında, tehditler ve sözde aşağılamanın geçer akçe olduğu, insanların öldürüldüğü, gözlerini kaybettiği, yaralandığı, zehirlendiği ortamda kimler diyaloğa kapalıdır? Üniversite ders kitaplarında yazıldığı üzere, demokrasilerde siyasal katılımın kapsamına gösteri, yürüyüş ve miting gibi eylemler de girdiği için, ilana imza atanların demokrasi anlayışı nedir? Ve herkes sözünü söyledi mi? Söylediyse bu kulakları tıkama, “dediğim dedik, çaldığım düdük” havası ve tehditler ne?

Yanıtlarını iyi bildiğimiz bu soruları gene de soruyoruz!

Not: Geçen hafta gelecek (bugünkü) yazının konusunun “faiz lobisi” olacağını belirtmiştim. Gündem hızla değişiyor ve haliyle yazının içeriği de değişiyor. Üstelik geçtiğimiz Salı günü Korkut Boratav Hoca’nın konuya ilişkin olarak soL’da yayımlanan yazısına eklenecek fazla bir şey kalmadığını düşünüyorum.