YÖK'te bir sayfa kapanıyor

YÖK, Kenan Evren’in (Doğramacı) İhsan’ı, Turgut Özal’ın (Sağlam) Mehmet’i, Süleyman Demirel’in (Gürüz) Kemal’i ve Sezer’in İbrahim Teziç’i ile bugünlere geldi. Bir-iki gün sonra Abdullah Gül’ün YÖK sayfası açılacak. YÖK’te kapanan sayfa, pek de parlak değil; insan haklarıyla bağdaşmayan, hukuksal, bilimsel ve demokratik olmayan uygulamalardan oluşan kara beneklerle dolu bir sayfa. AKP Doğramacı’ya TBMM ödülü verirken ve Sağlam’ı milletvekili yaparken bu kişilerin YÖK sisteminde yarattığı ve ürettiği kara benekleri göz önüne aldı. AKP’nin iktidar olmasıyla başlattığı YÖK didişmesi, YÖK’ün 1998 yılından sonra arka plana itmeye çalıştığı kara benekler üzerineydi. Yoksa eğitimin özelleştirilmesine yönelik kara benek üretmede AKP ile YÖK her zaman uyum içindeydi. YÖK eğitimin piyasalaşması yönünde geçmiş hükümetlere verdiği desteği, Gürüz döneminde de Teziç döneminde de sürdürdü. Her iki başkan tarafından hazırlanan yükseköğretim taslakları girişimci ve paralı üniversite yaratma doğrultusundaydı. YÖK’ün geçen yıl hazırladığı strateji raporu da, girişimci üniversiteyi ve üniversitenin sermayeyle bütünleşmesini savunuyordu. YÖK’ün bu yıl giderayak hazırladığı Vakıf Üniversiteleri raporu da bu doğrultuda. 

Vakıf üniversitesi yolunu açan YÖK değilmiş gibi, son raporun önsözü, “Türk Yükseköğretimine ilk kez 1984’te giren vakıf üniversiteleri” ifadesi ile başlıyor; tabii ki, “Vakıf üniversiteleri eğitim hakkını yok eden bir uygulamadır” demiyor. Raporda, belki de bile bile bir temel yanlış yapılıyor: “1970’li yıllarda ‘özel üniversite’ seçeneğini gündeme getirmişlerse de bu deneyim başarısızlıkla sonuçlanmıştır” deniyor. Bu deneyimin 1960’ların ikinci yarısında yaşandığı ve başarısızlık nedeniyle değil 1982 Anayasası’na aykırı olduğu için kapatıldığı yadsınıyor. Belki de böylelikle, 1970’lerin başında kapanan özel üniversitelerin, kısa bir süre sonra, 1980’de vakıf adı altında açılmasının nedenlerinin sorgulanmaması isteniyor. 

Raporda çarpıtıcı yorumlar da yapılıyor. Örneğin rapor, “Türkiye’de yükseköğretime olan talep ile arz arasında büyük bir fark bulunmakta, bu fark özellikle son 30 yıldan bu yana giderek artmaktadır. Bunun bir sonucu olarak yurtdışındaki üniversitelere olan talep artmaktadır” diyor. Bu arada, yükseköğretim kontenjanları çoğaldığı ve vakıf üniversitelerinde açık kontenjanlar olduğu halde daha çok öğrencinin yurt dışına gittiği, dolayısıyla yurt dışına gidişin kontenjanlarla pek ilişkili olmadığı göz ardı ediliyor. Yurt dışında lisans öğrenimi görme isteğinin, genelde “yabancı hayranlığı”ndan kaynaklandığı ve ödeme gücüne sahip olanların Türkiye’de 15-20 bin dolar ödeyeceğine biraz daha fazla ödeyerek yurt dışına gitmeyi yeğlediği yadsınıyor.

Raporda, bazı ülkelerde gözlemlenen eğitimin özelleştirilmesi furyası olumlanarak, “Türkiye’nin öteki alanlarında olduğu gibi, yükseköğretimin çeşitliliği anlamında dünyadaki gelişmelere kayıtsız kalması mümkün değildir. … devlet üniversitelerinin üzerindeki kontenjan baskısının azaltılması bakımından, vakıf üniversiteleri, üzerinde durulması gereken bir seçenek durumundadır” deniyor. Vakıf üniversitelerinin 20 yıl sonunda okuttuğu öğrenci, yükseköğretimdeki toplam öğrencinin ancak yüzde 6’sı kadar. Bu kadarcık öğrenci için, vakıflara o kadar kaynak aktarmaya gerek olmadığı, yükseköğretim kontenjanları yüzde 10 çoğaltıldığında (hele pıtrak gibi yeni üniversitelerle bu yüzde daha da büyüyecek) ve vakıflara aktarılan kaynak kamu üniversitelerine verildiğinde sorunun çözüleceğini kestirmek zor değil. Sorun kontenjan baskısı falan değil, amaç başka, yoksul ve dar gelirli öğrenciyi elemek ve varlıklı öğrenciye yeni olanaklar sunmak.  

Vakıf üniversiteleriyle ilgili düzenlemeleri YÖK hazırladı. Vakıf üniversiteleri mevzuatı hazırlanırken, rektör ve dekan atanmasında, bilerek ve isteyerek yetkiler vakıf üniversitesi mütevelli heyetlerine verildi. Bu yolla hem kamu üniversitelerinde mütevelli heyeti uygulamasını özendirmeye çalışan ve vakıf üniversiteleri denetim dışında bırakan YÖK, bu işten de kendisini soyutlamak istercesine, “Vakıf üniversitesi rektörü seçiminde Cumhurbaşkanlığının onayı gerekmemektedir. Oysa, Anayasa’da yer alan (Madde:130/6) özel hüküm uyarınca vakıf üniversitesi Rektörlerinin de Cumhurbaşkanınca atanması hukuki bir sorumluluk olmaktadır” diyor. Beş yıldır bu durumu düzeltmek için ne yaptığını açıklamıyor. 

Bugüne kadar her önüne gelene vakıf üniversitesi açma izni veren YÖK, kendi sorumluluğunda olan bir başka konuda da topu taca atıyor. “Toplumsal kaynakların toplumun varlıklı kesimlerine aktarılması yoluyla sosyal dengeleri daha da bozucu, toplumsal vicdanı yaralayıcı esasen kendisi yeterli bir mal varlığı koymayarak üniversite kurmaya kalkışacakların iştahlarını kabartıcı sonuçlar doğurmasının önüne geçilmelidir” diyerek başkalarının (!) dikkatini çekiyor, kendisini sorumluluklarından uzak tutuyor. Raporda, “Hukuk, eğitim, inşaat, makine mühendisliği gibi bu dalların vakıf üniversitelerinde açılmasında daha seçici davranılması gerektiği, bu kurumları yakından tanıyanların üzerinde ittifak ettikleri bir görüştür” deniyor. Vakıf üniversitelerini en yakından tanıması gereken YÖK neden bu söylemi raporlaştırıyor, gerçekten bu kurumları tanımıyor mu, bu sözle bir başka zaafını mı ortaya koyuyor, konuyu dedikodu düzeyine indirgeyerek geçiştirmek mi istiyor, anlaşılmıyor. 

Raporda, “Yükseköğretimin özel kesim tarafından sunumunun son yıllarda birçok ülkede denetimsiz ve hızlı şekilde büyümesi, kamu hizmeti olma niteliğinin kaybolmasına ve kalite, mesleki yeterlilik, akademik tanınmanın bulunmayışı gibi pek çok sorunun ortaya çıkmasına neden olmuştur” deniyor; yine de vakıf üniversiteleri destekleniyor. 

Bu rapor, Gül’ün YÖK’üne bir kara benekle ilgili kapı açan bir belge niteliğinde. Oysa, YÖK’te açılacak yeni sayfada, vakıf raporunda verilen destek türü desteklere pek gereksinim duyulmayacak. Gül’ün kimi YÖK başkanı seçtiği şu anda belli değilse de, “Yaptıklarımız yapacaklarımızın teminatıdır” diyenlerin ne yapacağı üç aşağı beş yukarı biliniyor; ne yazık ki kara beneklerin koyulaşarak büyümesi bekleniyor.