YÖK’ün Derdi Belli (II)!

Medreseleşme tamam olduğuna göre, geriye bir dert kaldı: Üniversiteleri piyasalaştırmak! YÖK, piyasalaştırma hedefini 10 Mart 2011 günü ayrıntılı bir biçimde açıklamış. YÖK hedefini ayrıntılarken de çeşitlilik, kurumsal özerklik, hesap verebilirlik ve kalite güvencesi gibi süslü püslü sözcükler kullanıyor. Bu sözcüklerin ne içerikte kullanıldığına dikkat etmeyenler ya da YÖK’çüler (YÖK’ün anlayışını sorgusuz sualsiz benimseyenler) yeniden yapılanma zokasını kolayca yutuyor.

YÖK’ün açıklamasında, “kalite güvencesi sisteminin nihai amacı mezunların, yükseköğretim kurumları tarafından taahhüt edilen bilgi, beceri ve yetkinlik ile donatılmasını temin etmektir” denmektedir. Bu açıklama, 21 Ocak 2010 tarihinde YÖK tarafından kabul edilip yükseköğretim kurumlarına dayatılan Türkiye Yükseköğretim Yeterlilikler Çerçevesi ile birlikte ele alındığında, üniversitenin bir meslek okuluna dönüştürüleceği anlamına geliyor. Yeni yapılanmada akademisyen, hangi derste ne zaman ne yapacağı daha önceden programlanmış konuları öğretmekle yetinecektir. Öğrenenin ve öğretenin yaratıcılığı yok edilecek işlenen konuların toplum yaşamıyla ilgisi, eleştirel, düşünsel, felsefi ve bilimsel yaklaşımlar olmayacak niçin ve neden gibi sorulara, kuramsal yaklaşımlara yer kalmayacaktır.

YÖK açıklamasında, “yükseköğretim kurumlarının verdiği derecelerin karşılaştırılması ve geçerliliğini sağlayacak asgari standartlar çerçevesinde çeşitliliğin sağlanması gereklidir” diyor. Peki, üniversiteleri yüksekokula dönüştüren ve medreseleştiren, ülkenin her yerinde aynı programları uygulayan YÖK’ün şimdiye değin bu doğrultuda attığı bir adım var mı? YÖK’e cin mi çarptı da doğru yola girecek? Hayır, hem de birkaç noktadan hayır. YÖK çeşitlendirmeyi öncelikle, “kitle eğitiminin giderek çeşitlendirdiği öğrenci profiline muhatap olmak ve bunun yarattığı öğrenci taleplerini karşılamak, piyasa ihtiyacına cevap vermek ve istihdam gibi nedenler tüm dünyada yükseköğretimde çeşitliliği öne çıkarmak” amacına bağlıyor! Toplumda son yılarda iki eğilim öne çıkıyor: Kimileri ilahi eğitime yönelirken kimileri yurt dışına yöneliyor! Dikkat ederseniz YÖK’ün açıklamasında, bu eğilimlere ve piyasaya açılım var da, bilimsel ilgi ve toplumsal gereksinimlere açılım yok. YÖK, durumu kurtarmak istercesine, “yükseköğretimde çeşitliliğin muhtelif boyutları bulunmaktadır. Bazı kurumlar temel veya uygulamalı araştırmalarda yoğunlaşmış iken diğerleri eğitim ağırlıklı veya topluma hizmete odaklı olabilir” diyor da, bunu der demez ağzındaki baklayı çıkarıveriyor: “Karar alma mekanizmaları ve yönetim sistemi, eğitim şekli (birinci ve ikinci öğretim, uzaktan öğretim, yaşam boyu eğitim vb. ağırlıklı) gibi konularda farklılaşmaya imkan tanıyan, ayrıca devlet, vakıf, özel veya uluslararası üniversite modelleri hayata geçirilebilir” diyor! Anlayacağımız, esas çeşitlenme, vakıf üniversitelerinin yanına, kâr amaçlı özel üniversitelerle uluslararası üniversitelerin getirilmesi: Üniversitelerin çeşitlenerek piyasalaşması!

YÖK, kurumsal özerklik deyip duruyor: “Çeşitlilik ilkesi çerçevesinde yükseköğretim kurumlarının kendi politika ve önceliklerini belirleyerek, mali konular da dahil olmak üzere kendi tercihleri doğrultusunda gelişmeleridir” diyor! Tüm politikaları ve de Üniversitelerarası Kurul ile dekanların yetkilerini bile tekeline alan, kadro veren/vermeyen, öğrenci ve eleman alımını belirleyen, program açıp/kapayan ve kontenjanları belirleyen YÖK, herhalde üniversiteleri bu konularda kendi tercihleri konusunda özgür bırakmayacak ancak üniversiteler mali konulardaki, para kazanma konusundaki tercihlerinde serbest bırakılacak. Kimi üniversite parasını öğrencinin sırtından çıkaracak kimi akademisyenin, kimi üçüncü öğretim programı başlatacak kimi yaz öğretimi, kimi üniversitenin olanaklarını kazanç getiren işlere açacak, kimi sermayenin işine gelen işlere koyulacak, kimi proje kimi de yeşil sermaye peşinde koşacak! Üniversite kendi mali kaynaklarını ürettiği ölçüde, özerkleşmek yerine “paranın fendi”ne kendini kaptıracak paralandığı ölçüde piyasalaşacak, ticarethaneye dönüşecek.

Piyasalaşan üniversitede, bilim üreten “out”, üniversitenin kazancına kazanç katan akademisyen “in” olacak! YÖK açıkça, “kurumların başarısının ortaya konması, ancak çeşitliliğe imkan veren rekabetçi bir ortam ile mümkündür. Rekabet, hem kurumsal düzeyde diğer yükseköğretim kurumlarıyla, hem de kurum içinde yenilenmenin ve gelişmenin itici gücü olacaktır” diyor. Rekabet içine giren akademisyen, akademisyenlikten uzaklaşacak insancıl değerlerinden olacak. YÖK, üniversitenin ve çalışanların başarısıyla ilgili olarak da, “sonucu veya performansı değerlendirmeyi sağlayacak yeni açılımlara fırsat verilecektir” diyerek insancıl değerlerini yitiren akademisyenin rekabete ayak uyduramadığı anda kapı önüne konacağını açıklıyor.

YÖK açıklamasında, “yükseköğretimde kalite güvencesi, hem çeşitliliğe imkan tanıyan rekabetçi sistemin sağlıklı işleyebilmesi hem de kurumların iç düzenlemeleri itibariyle büyük önem taşımaktadır” diyor ‘akademisyenlerin rekabetini ve üniversiteye katkılarını (!) ölçerken performans değerlendirmesiyle yetinmeyeceğiz, kalite güvencesiyle de bunu sağlayacağız’ demeye getiriyor.

YÖK, yükseköğretimin yeniden yapılandırılması çalışmalarının nasıl yürütüleceğini de açıklıyor: “önce üniversitelerimizin rektörlerinin, daha sonra konunun diğer ilgili bütün taraflarının katkılarının teminine çalışılacak, şeffaflık ve katılımcılık ile bu süreç yürütülecektir” diyor. YÖK’ün, kendi seçtiği üniversite rektörlerinin katkılarını alması, onlara yapmak istediklerini onaylatmak anlamına geliyor. Bu rektörlerden medreseleşmeye ve piyasalaşamaya karşı bir eleştiri beklenmiyor. İç paydaşlarla yapılan toplantılara genellikle piyasalaşmacı kesimler çağrılıyor ve toplantılar bir oyunun ötesine geçmiyor. Dış paydaşlarla da aynı oyun oynanıyor. Bu oyunu görmek için, İstanbul’da bugün başlayıp üç gün sürecek “Uluslararası Yükseköğretim Kongresi’ne” gitmek yerli yabancı piyasacı konuşmacıları dinlemek yetiyor. Ancak, Cumhurbaşkanı’nın himayesinde yapılacak bu toplantıyı izleyeceklerden, gelmeyin dercesine, 150 lira katılım ücreti isteniyor.

Bu toplantıya gitseniz de gitmeseniz de, üniversitelerin ne hale geleceği, Prof. Dr. Onur Hamzaoğlu’nun başına gelenlere bakarak bugünden görülüyor. Biliyorsunuz, Onur Hamzaoğlu, Kocaeli Üniversitesi halk sağlığı uzmanlarından. Her akademisyenden öncelikle beklenen iki temel işlevi birden yerine getirmiş. Araştırma yapıp bilgi üretmiş ve ürettiği bilgileri topluma mal etmiş, öğrencileriyle ve kamuoyuyla paylaşmış. Dilovası yöresinde, ana sütünde ve çocuk dışkısında insan sağlığına zararlı maddeler bulmuş. Onun bu buluşu üzerine o yöre sanayicileri ayağa kalmış onlar ayağa kalkınca savcısı da, AKP’leşen YÖK de ayağa fırlamış. Halk sağlığı ile oynayanlar hakkında takibata geçeceklerine, Onur’u susturmak için harekete geçmişler. Ona ödül vereceklerine, onu toplumu galeyana getirmekle suçluyorlar!

İşte! Üniversitenin piyasalaşmasının bir başka anlamı da bu: Üniversitenin toplumun yararına değil işverenin/sermayenin yararına çalışması! Üniversiteler piyasalaştıkça, akademisyenin onuruyla oynanacak, akademisyencilik bir oyuna dönecek ve bu oyunu oynayacak olanlar, bilimmiş, akademik etikmiş, toplummuş, halk sağlığıymış, emeğin hakkıymış, insan hakkıymış diyemeyecek bu tür konuları aklından bile geçiremeyecek! Ya da onurunu koruyanlar üniversitede yaşam hakkı bulamayacak!

[email protected]