YÖK’lük işler IV: YÖK, YÖK’çülüğe devam ediyor

YÖK'ün hemen her gün, 3 Nisan tarihli "YÖK'çülüğün pekişmesi" başlıklı yazıları haklı çıkardığı görülüyor. Bir gün, kamu üniversitelerinin anasını ağlatırken vakıf üniversitelerinin yeni programlar açmalarına kolaylık getiriyor! Ertesi gün, öğretim üyelerin "patent!" verecek çalışma başlatılıyor. Bir başka gün, büyük üniversiteleri bölmeye kalkıyor! İnsanları merak içinde bırakıyor: "YÖK yine ne yaptı!" dedirtiyor.

İnsanlar, "Bu YÖK ne, kim" diye soruyorlar, zaman zaman.

Bilindiği gibi YÖK, Anayasa'ya ve 2547 sayılı Yükseköğretim Yasası'na göre pek çok görev ve sorumluluk verilmiş, hepi topu 21 kişilik bir kurul. Cumhurbaşkanı, hükümet ve Üniversitelerarası Kurul (ÜAK), YÖK'ün yedişer üyesini belirliyor.

Bu YÖK üyeleri geçmişte çoğunlukla tıpçı ya da hukukçu akademisyenlerden oluşuyordu. Sezer'in seçtiği üyelerin bir bölümü, öğretim üyeleri dernekleri üyesi ve yıllardır yükseköğretim sorunları üzerine tartışmış, yazmış ve çizmiş, yasasının demokratikleştirilmesi yönünde emek harcamış kimselerdi. Ancak YÖK üyelerinin çoğunluğu, üye olarak atanınca yükseköğretimle ilgilenmeye başlıyordu. Üyelerin bu zaafını, zaten ve de yasa gereği tek adam olan YÖK başkanları kapatıyordu. Evren'in seçtiği Doğramacı, kısa süre cumhurbaşkanlığı yapan Özal'ın seçtiği ve kısa süre YÖK başkanlığı yapan Sağlam, Demirel'in seçtiği Gürüz ve Sezer'in seçtiği Teziç, hiç olmazsa rektörlük yapmış iyi-kötü kimi sorunları yaşamış insanlardı.

Yine de YÖK kararlarının çoğu ilgili akademisyenleri memnun etmiyordu. Çünkü arkadaşlarıyla olumlu ve alçakgönüllü ilişkiler içinde olan kişiler, YÖK üyeliği gibi bir göreve geldiklerinde genellikle değişiyordu. Beyin cerrahı ise kalple ilgili bir sorun geldiğinde ya da ceza hukukçusuysa ticari bir dava geldiğinde, "Bu benim alanım değil yetkilisine danışalım" diyen akademisyen, YÖK üyesi (dekan ve rektör) olduğunda, başbakanlarımız gibi, birden "bir bilen" oluyor ve araya mesafe koyuyordu. Çok bildikleri için de danışma gereği duymuyorlardı. Arada bir üniversitelere danıştıklarında, daha üniversitelerdeki tartışma bitmeden YÖK'ten karar çıktığı haberi geliyordu.

Yine de geçmiş YÖK'ler, bugünün YÖK'ünden biraz farklıydı. Cumhurbaşkanlarından Evren ANAP hükümetleriyle, Demirel koalisyon, Sezer de koalisyon ve AKP hükümetleriyle çalışmıştı. Cumhurbaşkanı, hükümet ve ÜAK genelde aynı dünya görüşünde olsalar da seçtikleri insanlarda bazı ayrımlar bulunuyordu.

Şimdi devran değişti: Cumhurbaşkanı, hükümet ve ÜAK bütünleşti, kenetlendi ve de neredeyse tek vücut oldu. YÖK de bu vücuda benzemeye başladı. Üstelik yeni YÖK başkanı da, çalışma alanı olarak her tarakta bezi olsa da, rektörlük yapmış bir kişi değil.

Geçmişin YÖK'leri ile günümüzün YÖK'ü bir noktada birbirine benziyor: Bugün de, üyelerin çoğunluğu tıpçı ya da hukukçu ve karar verdikleri konuların uzmanı değiller. Belki de karar verdikleri konularla ilk kez YÖK genel kurulunda karşılaşıyorlar ve birden, "bir bilen" oluveriyorlar. Önceki YÖK'çüler gibi Allah için hemen karar veriyorlar, danışmadan, korkmadan, çekinmeden, kaygı duymadan, kararların akademik ve demokratik olup olmadığına aldırmadan.

YÖK, YÖK'lük kararlar aldıkça insanlar soruyor: Bu cin fikirler YÖK'ün aklına nasıl geliyor?

Bu sorunun ardından ister istemez şu iki seçenek akla geliyor: Ya birileri kulağa fısıldıyor ya da istiareye yatıyorlar!

Bu soruyu sorduran son örnek, ilk elde Gazi, İstanbul, Marmara, Selçuk ve Uludağ üniversitelerinin bölünmesi girişimi!

Bu üniversitelerin her birinde 2 bin dolayında akademisyen ve bir o kadar idari işleri yürüten eleman var, 50 bini aşkın öğrenci bulunuyor ancak bölme konusunda onlara soran yok!

YÖK başkanı, "İstanbul ve Selçuk üniversitelerinden bu doğrultuda istek geldi" diyor. Bu yöndeki isteğin, rektörden mi, AKP'den aday olmuş bir akademisyenden mi, kaç kişiden geldiğini açıklamıyor.

İlgililer töhmet altında bırakılıyor. Kimi rektörlerin YÖK'e gidip "Bana bu üniversite büyük geldi, yönetemiyorum" dediğinin düşünülmesi mi isteniyor, anlaşılmıyor.

Üniversiteler dağınık yönetilmesi zor deniyor. Selçuk ve Uludağ üniversitelerinin geniş bir yerleşkeye (kampusa) sahip olduğu yadsınıyor.

Vakıf üniversitelerine arsa tahsisi yapmakta yarışanlar, kamu üniversitesini bir yerleşkede toplamayı düşünmüyor üniversiteleri bölmeye kalkıyor.

Hindistan, bir milyar yüz milyonu Çin, bil milyar üç yüz milyonu Obama, üç yüz milyonluk Amerika'nın yanında Afganistan, Irak ve Türkiye dahil neredeyse dünyanın yarsını yönetiyor, hiçbiri yönetim zor demiyor. 50 bini yönetmek mi zor oluyor, anlaşılmıyor!

Bölünce/bölününce yönetimin kolaylaşacağına bizleri inandırmak için mi bu yola giriliyor, bilinmiyor!

Bölünce, akademisyen sayısı mı artacak, laboratuarlar, kitaplıklar, toplantı-spor-müzik salonları gibi fiziksel olanaklar mı akademik nitelik mi?

Yoksa üniversiteleri bölünce, her üniversiteye bir rektör, üç rektör yardımcısı ve genel sekreter, personel müdürü gibi 5-10 üst düzey idari eleman ve onlarca başka eleman gerektiren kadrolara yandaşlar mı atanacak?

Hükümet yeni üniversite kurarken zaten bir tür bölme işlemi yapıyor, farklı üniversitelere ait birimleri, yeni bir üniversite adı altında bir araya topluyor. Bu yolla onlarca yeni (!) üniversite kuran AKP, yukarıda adı geçen üniversiteler için nedense aynı yola gitmiyor. Anlaşılan iktidar olduğunda dile getirdiği "bölme" düşüncesinin arkasını bir türlü bırakmıyor illa "böleceğim" diyor.

YÖK'ten yükseköğretim ve de toplum yararına pek bir şey beklenmiyor. AKP'nin taşeronluğunu yapmasın, bu bile yeter!

[email protected]