YÖK’e Hayır!

Eğitim tarihimizde, 16 Mart 1848 ve 3 Mart 1924 gibi eğitim alanında yeni ufuklar açan olayları başlatan tarihi günler olduğu gibi, eğitimin geleceğini karartan 6 Kasım 1981 gibi günler de var.

16 Mart, öğretmen yetiştirmenin herhangi bir meslek insanını yetiştirmekten farklı boyutlar içermesi gerektiğinin ayrımına varıp ortaokul öğretmeni yetiştirecek ilk kurumun açıldığı gün. Bu başlangıç sonrasında, ilk öğretmen okulları da, yüksek öğretmen okulları da, eğitim enstitüleri de, köy enstitüleri de açılmıştır eğitim bilimleri ve eğitim fakülteleri de.

3 Mart ise, bugün için karşıt uygulamalar alıp başını gitmiş olsa da, eğitim anlayışının ve sisteminin temelini oluşturan laik, bilimsel ve demokratik yapıya kapı açan 430 sayılı Öğretim Birliği Yasası’nın kabul edildiği gün.

Bu tarihi olaylar, genel nitelikleriyle evrensel değerlere paralel ve toplumsal gereksinimlere uygun değişimleri başlatan ve bu doğrultudaki gelişmelere kapı açan olaylar.

6 Kasım 1981 günü ise eğitim tarihimizde karanlık bir sayfa açan 2547 sayılı Yükseköğretim Yasası’nın kabul edildiği gün.

Bu yasanın ortaya çıkardığı “Yükseköğretim Kurulu (YÖK)’e hayır, hayır ve yine hayır” diyenler çok haklılar. Çünkü “YÖK’e hayır” dedirtecek uygulamalar pek çok ve giderek artıyor. YÖK’ün el attığı hemen her konu, YÖK’lük bir işe dönüşüyor.

YÖK’ün YÖK’lük işler yapmasının temel nedeni, 1982 Anayasası ile 2547 sayılı yasa oluyor. Anayasa YÖK’ün genel amacını ve yapısını belirlerken 2547 sayılı yasa bu konularda ayrıntılara yer veriyor.

Sağlıksız bir doğum o canlıyı oluşturan genlerdeki bozukluklarla açıklandığı gibi, YÖK’ün sağlıksız bir kurum oluşu da, bu yasal yapıdan kaynaklanıyor. YÖK, cumhurbaşkanı, hükümet ve Üniversitelerarası Kurul (ÜAK)’nın seçtiği 7’şer üye olmak üzere toplam 21 kişiden oluşuyor. Bu yapısal durum nedeniyle, hükümeti oluşturan parti kendi adamını cumhurbaşkanı seçtiğinde de, önce YÖK’ün 14 üyesi sonra da üyelerin tamamı hükümetin benimsediği siyasal anlayıştaki kişilerden oluşabiliyor.

Bu sağlıksız oluşum, YÖK’ün özerk, demokratik, laik ve bilimsel bir kurul olmasını engelliyor.

Bu nedenle “YÖK’e hayır” diyenler yerden göğe kadar haklı oluyor.

YÖK’ün bu sağlıksız yapısı, “kifayetsiz muhteris” siyasetçilerin işine geliyor. Genel seçimler öncesinde “yükseköğretim yasasını değiştirme sözü” verenler, iktidar olduklarında, baskıyı artırıcı ve eğitimi piyasalaştırıcı değişikliklerin peşinde koşuyorlar da, sistemin özerkleşmesi, demokratikleşmesi, bilimselleşip toplumsallaşması yönündeki değişikliklere ise hiç yanaşmıyorlar.

YÖK’ün siyasal erke bağımlı olma derecesi, bugünkü kadar yoğun olmamıştı. Kenan Evren, her ne kadar ANAP ile pek çok ortak anlayışa sahip olsa da, ANAP’ın seçtiği bir kişi değildi. Turgut Özal çok kısa süre cumhurbaşkanlığı yapmış ve daha çok DYP-SHP koalisyonuyla çalışmıştı. Süleyman Demirel de cumhurbaşkanlığı sırasında koalisyon hükümetleri ile çalıştığından, hükümet ile cumhurbaşkanlığının birlikteliğinin AKP dönemine benzer bir yanı olmamıştı. Ahmet Necdet Sezer de, göreceli tarafsızlığıyla hükümetlere mesafeli durmuştu.

Günümüzde ise, YÖK’ün yekvücut halinde AKP’nin dümen suyuna girdiği görülüyor. 2547 sayılı yasanın YÖK’e ve rektörlere verdiği yetkiler göz önüne alındığında, bu durum bilim adına büyük tehlikeleri içinde barındırıyor: Bilimsel kaygıların arka plana itileceği ve siyasal kaygıların öne çıkacağı YÖK’lük uygulamalarla gün ışığına çıkıyor. YÖK’e eleştirel yaklaştığı bilinen kendi öğretim elemanının konuşmacı olduğu toplantılara bile izin vermemeye başlayan üniversitelerin çeşitli bahaneler altında başbakana fahri doktora verme yarışına girmeleri, üniversite yönetimlerinin de siyasete bağımlı hale geldiğini gösteriyor.

Bu nedenle “YÖK’e hayır” demek daha da anlamlı oluyor.

Anamalcı küreselleşmenin dayatmaları akademisyenler arasında da “kifayetsiz muhteris” eğilimlerin yeşermesine yol açıyor: Kendilerini küreselleşme rüzgarına kaptıran kimi akademisyenlerin, eğitimi ve bilimselliği bir yana bırakıp “para” peşinde koştukları görülüyor. Para canlısı akademisyenlerin varlığı, YÖK’ün olumsuz işler yapmasını daha da kolaylaştırıyor. Oysa bilim insanının “kifayetsiz muhteris” olma lüksü bulunmuyor asli görevlerinden sapmamak için onlardan mesleklerine, üniversiteye ve toplumun geleceğine sahip çıkmaları bekleniyor.

Bilimselliğe ve üniversiteye sahip çıkmanın yolu, “YÖK’e hayır” demekten geçiyor.