Üniversitelerin sessizliğinin bir nedeni: Akademisyenlik!

Türkiye’de her şey şirazesinden çıkarken üniversitelerden bir ses çıkmıyor! Üniversitelerin sessizliğinin bir nedeni, 29 Nisan 2014 tarihli soL gazetesinde değinildiği gibi, YÖK ve 2547 sayılı yükseköğretim yasasından kaynaklanıyor. Bir başka neden ise, akademisyenlik oluyor.

1960’larda başlayan memurların sendikalaşma sürecine bakıldığında, öğretmen sendikalarının tarihsel olarak akademisyen sendikalarından daha çok ses çıkardığı ve işlevsel olduğu görülüyor. Bu durum, öğretmen sayısının akademisyen sayısından çok fazla olmasından kaynaklansa da, sendikalaşma oranı da öğretmenler arasında diğerlerinkinden çok büyük.

Sendikalaşma oranının öğretmenler arasında akademisyenlere göre çok daha yüksek olması, bir bakıma öğretmenlik ve akademisyenlik mesleklerinin farklı karakterinden kaynaklanıyor. Öğretmen, akademisyenin yarısı kadar maaş alıyor bakanlık mevzuatıyla, eğitim-öğretim süreçleriyle, öğrenciyle, veliyle, toplumun her kesimiyle ve toplumsal sorunlarla çok daha sıkı ilişki içinde bulunuyor. Mesleği gereği çocuğun, gencin ve toplumun geleceğine yatırım yapan bir işlev yürüten öğretmen, genelde öğrenciyle birebir ilgileniyor, öğrencinin öğrenme sorunlarıyla olduğu gibi, kişisel ve ailevi sorunlarıyla haşır neşir oluyor. Ayrıca 1950’lerden bu yana, hem sayısal hem de oransal olarak en çok soruşturma geçiren, ceza alan, bir başka kente sürülenlerin ve örgütleri kapatılan memur sendikalarının başında öğretmenler geliyor.

Öğretmenler geçmişte genelde yoksul ve şimdilerde de orta gelir düzeyinde olan kesimlerden gelirken akademisyenler göreceli olarak orta ve ortanın üstü gelir grubundan geliyor. Bu sınıfsal fark, toplumsal sorunlarla ilgilenmede de, örgütlenmede de, örgütlü mücadelede de fark yaratıyor.

Öğretmen, bilinçli olduğu için örgütlendiği gibi belki de daha çok kişisel, kurumsal, toplumsal ve eğitsel sorunlarla mücadele etmek için örgütleniyor. Akademisyenler içindeki örgütlenmeler ise ağırlıklı olarak, onların bilinçli olmalarından kaynaklanıyor.

Akademisyenlik, genelde bilgi üreten, bilgiyi öğreten ve ürettiği bilgilerle düşüncelerini bildiri sunarak, konuşma ve yayın yaparak topluma aktaran bir meslek. Akademisyenliğin bir boyutu öğretmenlik olsa da, akademisyen, ilk ve ortaöğretimde olduğu gibi öğrenciyle birebir ilgilenmiyor/ilgilenemiyor. Ne öğrenci velisini tanıyor ne de öğrencilerinin sorunlarını biliyor ne de öğretmen kadar toplumla iç içe yaşıyor.

Akademisyenden, belirli süreler içinde doçent ve profesör olması bekleniyor. Bu beklenti akademisyeni, bir an önce bu unvanlara ulaşmaya yönlendiriyor. Bu eğilim genelde akademisyenliği bencilleştirici bir işlev görüyor. Bu işlev ve akademik yükselme süreci, akademisyeni ilgili alanda bilgili kılarken diğer konulardan da uzaklaştırdığı gibi toplumsal yaşamın gerçeklerinden de uzaklaştırıyor. Akademisyen söz gelimi “A” konusunu iyi biliyor ama “A” konusunun “B” ve “C” gibi konularla ilişkisine de aldırmıyor, konunun toplumsal yaşamla ilişkisine de. Söz gelimi ölçmeci bir eğitimci, sınav sorularını ölçme ve değerlendirme açısından irdeliyor da, irdelediği ve ölçme açısından doğru bulduğu sorularla toplumun laiklikten uzaklaştırılacak olmasına aldırmıyor. Eğitim ekonomisti, ekonomik açıdan paralı eğitimi savunuyor da bunun sosyal sonuçlarına değinmiyor!

Akademik yükselmeyi başarmış ve profesör olmuşların sessiz kalmalarının bir nedeni akademik yükselme sürecinde toplumdan kopmalarına bağlanabiliyor. Sessiz kalan akademisyenlerin bir bölümü, mesleklerini insanla, doğayla ve toplumla ilişkili değil de salt bilimle ilişkili bir meslek olarak, kendilerini de Pavlov olarak görebiliyor. Bir bölümü de huzurunun bozulmaması için görmemeyi, duymamayı ve konuşmamayı yeğliyor.

Bu arada, kimi akademisyenlerin akademik yükselme korkusu kalmamış profesörlerin bile, toplumsal sorunlarla ilgilenmezken, üniversite yönetim kurullarında, disiplin komisyonlarında ya da YÖK üyeliği sırasında akıl-almaz kararlara imza attıkları ve de bilirkişi olarak bilimsel kimlikleriyle bağdaşmayan raporlara istenilen doğrultuda imza attıkları görülüyor. Benzer durum siyasete atılan akademisyenler arasında yaşanıyor. Bir bakıyorsunuz, anayasa/ hukuk/ eğitim/ orman/ maden/ ziraat/ arkeoloji, … profesörü bir siyasetçi, parti ya da cemaat liderine biat edebiliyor anayasanın, hukukun, eğitimin, ormanların, madenlerin, tarımın, sit alanlarının, … içine edebiliyor! Bu durum da, bazı akademisyenlerin toplumsal yaşamda görülen yozlaşmadan nasibini aldığını gösteriyor.

Oysa herkesten önce akademisyenin, insan-doğa-toplum ve sömürü gibi konularda bilinçli olması, kişisel ve mesleki saygınlığını koruması ve “Birlikten kuvvet doğar” gerçeğinden hareketle, örgütlenip topluma öncülük etmesi isteniyor isteniyor.

[email protected]


(1) İvan Petroviç Pavlov(1849-1936), koşullu refleks kuramı ile ünlü bir Rus bilim insanı. Bir gün işine iki gün geç gelen asistanını azarlamasıyla, “Ama hocam ihtilal oldu” demeye kalkan asistanına Pavlov, “Sus! Bize ne ihtilalden? Bizi araştırmamız ilgilendirir. Çabuk önlüğünü giy ve karşıma geç” demesiyle de ünlüdür!