TÜBA’nın Bilimselliği (I)!

Türkiye Bilimler Akademisi (TÜBA), 497 sayılı Kanun Hükmünde Kararnamenin 1. maddesine göre, “Türkiye'de tüm bilim alanlarındaki araştırmaları, bilimci kişiliğini ve araştırıcılığı özendirmek ve bu alanlarda emeği geçenleri onurlandırmak gençleri bilim ve araştırma alanına yöneltmek Türkiye'deki bilimcilerin ve araştırıcıların toplumsal statülerinin yükseltilmesi ve korunmasına çalışmak amacıyla” 1993 yılında kurulmuştur. Başbakan'a bağlı olsa da, tüzel kişiliği, bilimsel, idari ve mali özerkliği olan TÜBA, bu amaçlar doğrultusunda çeşitli etkinlikler gerçekleştirmekte ve kitaplarla raporlar yayımlamaktadır. TÜBA’nın son çalışmalarından biri “Bilim Raporu 2009” adını taşıyan ve Haziran 2010’da yayımlanan rapordur. Bu rapora göre, “ülkenin en seçkin bilim insanlarını çatıları altında toplamaları, bütün görüş ve katkıların bu çok seçkin beyinlerin ürünü olması, bilim akademilerine saygınlık” (s.11) kazandırmaktadır. Yine bu rapora göre TÜBA da, “uluslararası bilim akademileri modelinde gelişme gösteren saygın bir bilim akademisi olarak, bu yapının içinde küçük de olsa önemli bir yere sahiptir” (s.13). Oysa seçkinlik ve saygınlıkta kendini yere göğe sığdıramayan TÜBA’nın hazırladığı bu bilim raporu, çok tartışmalı bir rapordur. Nurettin Abacıoğlu, 1-15 Temmuz 2010 tarihleri arasında bu sayfalarda TÜBA raporuyla ilgili olarak yetkin çözümlemelerde bulunmuştur. Abacıoğlu’nun çözümlemelerine ek çözümlemelere aşağıda yer verilmektedir.

TÜBA’nın Bilim Raporu, bir rapora pek benzememektedir. Bu rapor, TÜBA üyelerine sorulan 7 soruya verilen yanıtların derlenmesiyle ortaya çıkan görüşleri içermektedir. TÜBA’nın resmi sayfası (www.tuba.gov.tr )’na göre bu akademinin 11’i Konsey üyesi olmak üzere 83 asli üyesi, 37 şeref üyesi ve 15 asosiye üyesi olarak adlandırılan toplam 135 üyesi vardır. Görüş alınan üyeler, yalınızca TÜBA’nın asli üyeleri midir, tüm üyelerden de görüş alınmış mıdır, belli değildir. Herhalde bu üyelerin görüşlerini dinleyen, derleyen ve kaleme alan bir ya da birden çok yazar, editör, derleyen, bu raporu ortaya çıkaranlar olmalıdır. Ancak raporda bu işi yapanların kimlikleri belirtilmemiştir.

Raporda, başlık-alt başlık düzeni yoktur. Bu rapor TÜBA Başkanı’nın önsözüyle başlamakta ve bu önsözü, “Özet Sunuş” bölümü ve diğer bölümler izlemektedir. Özet sunuş bölümü, “Akademimiz, bilimin sorunlarının tartışıldığı bu raporu, —ülkemizin, nüfus, doğa, insan kaynakları ve jeopolitik yapısıyla Cumhuriyetin 100. yılında gelişmiş bir dünya devleti olma hedefine katkı yapmak amacıyla— Türk kamuoyunun bilgisine sunmayı görev saymaktadır” (s. 11) ifadesiyle bitmektedir. Özet sunuş bölümünü izleyen ve raporun ana metnini oluşturan “Türkiye Bilimler Akademisi: Bilim Raporu 2009” başlığını taşıyan bölümün ikinci paragrafında da şu ifade yer almaktadır: “TÜBA 2009 Bilim Raporu’nun, bir saptamadan öte, bir uyarı niteliği taşımasını da ummaktayız. … kararlarıyla doğrudan ya da dolaylı olarak bilimsel başarımı etkileyen her kademedeki yöneticilerin de ilgisini çekmesini umuyoruz” (s. 12). Oysa bu ifadeler, üyelerin yedi soruya verdikleri yanıtların özeti ya da tamamı verilen bu bölümlerde değil de, önsözde olması beklenen ifadelerdir. Bu ifadeler, büyük bir olasılıkla üyelerin verdiği cevaplar içinde olmayıp raporu yazıya dökenlerin kişisel sunusudur.

TÜBA’nın toplam üyelerinin 79’u fen, 32’si sağlık ve 24’ü de sosyal bilim alanlarından gelmektedir. Bu kadar farklı alanlardan gelen insanların yedi konuda da tıpatıp aynı görüşte olmaları olasılığı çok düşüktür. Ancak raporda, dile getirilen görüşlere tüm üyelerin katılıp katılmadığı da belirtilmemektedir. Sorulara verilen yanıtlarda tüm üyeler sözbirliği etmiş gibidir. TÜBA’nın Konsey üyelerinden birinin geçmişte, “Mesleğinde en başarılı kişiler öğretmen olamıyor da, mesleği hiç icra etmemişler oluyor. Örneğin bir Fen Edebiyat Fakültesinde evrensel düzeyde aktif olarak araştırmalar yapmakta olan bir öğretim üyesinin öğrencisi mezun olunca öğretmen olamıyor. Ama eğitim fakültesinde görev yapan ve branşına hiçbir orijinal katkı yapmamış, öğreteceği konunun kendisinde değil de nasıl öğretileceği konusunda çalışmış kişinin öğrencisi öğretmen olabiliyor” (bkz. Eğitim fakülteleri tartışması, Cumhuriyet Bilim Teknik, 28 Mart, 1998: 15) görüşünde olduğu bilinmektedir. Bu ifadeden anlaşıldığı üzere o üye için eğitim fakültelerinin ve öğretmenlik mesleğinin pek bir önemi yoktur. TÜBA’nın bu raporunda ise, “…öğretmenlerimiz de aynı eğitim sistemi içinde yetişerek ders verme sorumluluğu aldıklarından, birçoğunda ders bilgisi açısından eksiklikler bulunmaktadır. Genç öğretim elemanlarında gereken ölçüde pedagoji bilgisi de yoktur” (s. 20) ifadesi yer almaktadır. Bu ifadeyle TÜBA, eğitim bilimcilerinin işi olan pedagoji bilgisine önem verdiğini göstermektedir. Bu durumda öğretmenliği küçümseyen üyenin bu görüşe katılıp katılmadığı merak konusu olmaktadır.

Bilim raporu denen bu raporda, OECD’nin özerk üniversite ölçütü, uluslararası yayın indekslerine girmiş makaleler ve AR-GE harcamaları ile ilgili veriler dışında, herhangi bir veri yoktur. Rapordaki pek çok çözümleme araştırma sonuçlarına ve güvenilir verilere dayanmayan, üyelerin görüşlerinden oluşan çözümlemelerdir. Bu durumda raporda yer alan görüşlerin anlamlı olup olmaması, okuyucunun bireysel tercihine bağlı kalmaktadır. Örneğin aşağıda yer verilen rapordaki görüşler, konuyla biraz ilgilenme fırsatı bulmuş olan makale yazarı tarafından da benimsenen görüşlerdir. Ancak raporda, okuyucuda bu görüşlerin geçerli olduğu kanısını uyandıracak açıklamalar ya eksiktir ya da hiç yoktur.

- Türk toplumu, bir bilim/ bilgi toplumu durumuna gelememiştir (s. 7).

- Türkiye’de çok sayıda üniversite politik kararlarla kurulmaktadır. Bu kurumlardan bazılarında üniversite olmanın ana ilkeleri olan araştırma geleneği ve özgür düşünme kültürü eksiktir hatta bazıları meslek öğretme açısından, bir yüksekokul standardını yakalamaktan uzaktır. Pek çok üniversite mezunu gencin, diplomalarında yazan mesleği sürdürme yeterliliğine sahip olup olmadığı tartışmalıdır (s. 7).

- Diğer taraftan kamu üniversitelerinde, öğretim üyeleri devlet memuru statüsünde olup, profesörlüğe ulaştıktan sonra, emekliliğe kadar herhangi bir bilimsel üretim yapma zorunluluğu taşımadan görevlerini sürdürebilmektedir (s. 8).

- Yönetimdeki karar vericiler, üniversitelerin yönetimi, yeni üniversitelerin kurulması gibi, ülkede bilimsel etkinliği yönlendirecek kararları, çoğunlukla bilim insanlarına ve bilim kurumlarına danışmadan verebilmektedir (s. 13).

- ‘Üniversite’ kavramının en temel tanımlayıcı nitelikleri olan idari ve bilimsel özerklik niteliği eksiktir. Bilgi-bilim üretme işlevleri birçok üniversitemizde özürlüdür. Meslek öğreten ve öğrenilen kurumlar sadece yüksekokullardır. Üniversiteler, meslek öğretimiyle birlikte, hatta onun önünde, özgür düşünme kültürünün ve bilimsel bilgi üretiminin yer aldığı kurumlardır. Üniversitemizin çoğu, kendilerini, meslek yüksekokulu olma niteliğinden kurtaramamıştır (s.15).

Raporda, makale yazarı tarafından benimsenmeyen görüşler de çoktur. Örneğin raporda, “üniversiteyi binalar ve tesisler değil, insanlar meydana getirir. Bunlar, öğretim üyeleri ve öğrencilerdir” (s.16) denerek üniversitenin olmazsa olmaz durumunda olan üçüncü bileşeni, idari ve teknik personel, yok sayılmaktadır. Bu görüşü kabul etmek mümkün değildir.

Rapordaki, “üniversitede öğretim kadrolarının yerlerini korumaları, iyi belirlenmiş ölçütlere dayalı performans değerlendirmesine bağlanmalıdır ancak az sayıda seçkin, kıdemli öğretim üyesine yaşam boyunca kürsü verilmelidir” ve üniversitelerde “rekabet ortamı” yaratılmalıdır (s.17) gibi görüş ve önerileri benimsemek de mümkün değildir. Bu sözler, ağırlıklı olarak üniversitenin bir işletmeye dönüştürülmesini savunanların dile getirdiği sözlerdir. Öğretim üyeleri, yardımcı doçent olurken de, doçentlik aşamasında da, profesörlük aşamasında da, yayınlarıyla da, verdikleri derslerle de, akademik kurullardaki üyelikleri sürecinde de, katıldıkları panel, konferans ve kongrelerde de, sürekli olarak değerlendirilmektedirler. Bu süreçlerin daha sağlıklı olması doğrultusundaki öneriler tabii ki gereklidir. Ancak, performans değerlendirmesi daha çok işletmelerin üretimini artırmaya yönelik yöntemdir. Üniversite ise, nicelikten çok niteliksel çalışmalara odaklanmış olması gereken bilim ve öğretim kurumlarıdır. Performansa dayalı değerlendirmeler vakıf üniversitelerinde yaygındır ve pek çok akademisyen “sizin akademik çalışmalarınız bizim önceliğimiz değildir” gerekçesiyle vakıf üniversitelerinden uzaklaştırılmaktadır. İşi performans ölçeğine vardırmak, istemediği kişinin işine son vermek için işverenin eline büyük bir koz vermek demektir. Raporda, akademisyenlerin iş güvencesi altında çalışmasına karşı çıkılırken iş güvencesi olmayan akademisyenin ne derecede özgür kalabileceği, ne derecede bilimsel merak sahibi olabileceği ve güven olmadan nasıl bilimsel çalışma yapılabileceği, iş güvencesi olmayan akademisyenin sermayenin güdümüne kolayca girebileceği konuları hiç irdelenmemektedir.

TÜBA bir yandan, “… gerçek bir araştırmanın ardında yakıcı bir merak, tatmin edilmesi gereken bir bilme arzusu, toplumun sıradan olmayan bir sorununa çözüm bulmak ya da üretimin rutin olmayan bir tıkanıklığını gidermek gibi, uygulamayı doğrudan etkileyen bir sonuç elde etme dürtüsü vardır” (s. 24) demektedir. Öte yandan da, “rekabet ortamı” ve “başarının ödüllendirilmesinden” (s. 17) söz açmaktadır. Rekabetin, insanları insanlıktan çıkardığının pek çok örneğinin yaşandığı günümüzde, kendileri rekabet ortamında yetişmeyen “seçkinlerin”, başkalarının rekabetçi ortamda yetişmelerini önermeleri de anlaşılır gibi değildir.

[email protected]