Sanki biz 28 Şubat’ı yaşamadık!

Söz konusu olan 28 Şubat, Milli Güvenlik Kurulu (MGK)’nun hükümete öneri niteliğinde kararlar aldığı 1997 Şubatı. Yandaş gazete ve televizyonlarla AKP’lileşen (sözde) devlet televizyonuna bakarsanız, sözü edilen 28 Şubat, sanki bizlerin yaşadığı olay değil de, bir başka ülkede yaşanan olay; neler demiyorlar ki!

Sevgili İzzettin Önder, son yazısında onların, “28 Şubat baskılaması halkları ayrıştıran bir ortam oluşturdu” ve “Sekiz yıllık zorunlu eğitim imam hatip sistemini engelliyor olduğundan toplumun inancına balta vuruldu” şeklindeki iki söylemini gayet güzel bir biçimde irdelemişti. İzninizle ben de, başka bir açıdan bu iki söyleme değineceğim.

Bilindiği gibi, 1995 genel seçimleri sonrasında, Haziran 1996’da, Erbakan-Çiller koalisyon hükümeti kurulmuştu. 1995 yılında, 1973 yılında yasalaşan sekiz yıllık zorunlu eğitim konusu giderek ısınmaya başlamıştı. 1973’te, imam hatip ortaokulları dahil meslek ortaokulları olmadığı için sekiz yıllık zorunlu eğitim,  kesintisiz eğitim anlamınaydı. Bakanlık, 1995’te, 1996’da yapılacak 15. Milli Eğitim Şurasına hazırlık olarak 84 bin kişiyi içeren “Ön Komisyon Önerileri Üzerine Bir Araştırma” gerçekleştirmişti. 16. Şura üyelerine dağıtılan bu araştırma raporu, toplumun büyük çoğunluğunun,  sekiz yıllık kesintisiz eğitimden yana olduğunu gösteriyordu. Mayıs 1996’da toplanan 15. Şurada da, ezici çoğunluk, sekiz yıllık kesintisiz eğitimi kabul etmişti (bkz. bakanlığın 15. Şura kitabı).  Toplum sekiz yıllık kesintisiz eğitime bir an önce geçileceğini beklerken, Erbakan, Refah Partisi’nin 13 Ekim 1996 tarihli büyük kongresinde, “Bugünkü neslin İmam-Hatiplere ve Kur’an kurslarına yapılan yatırım sonucu olduğunu” belirtmesi, toplumda bir infial başlatmıştı. Erbakancıların kesintisiz eğitime karşı çıkması ve Erbakan’ın öncülük ettiği şeriat düzenini çağrıştıran gelişmeler nedeniyle demokratik sivil toplum kuruluşlarının kitlesel tepkileri giderek artmıştı (sonradan Refah Partisi, tam da bu şeriatçılığı nedeniyle Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılmıştı). İşin özünde, 28 Şubat 1997 tarihli MGK’nın hükümete öneri niteliğindeki kararları, şeriata karşı olması ve 1973 yılından beri gerçekleşmesi beklenen sekiz yıllık zorunlu eğitime geçilmesi önerisiyle toplumu ayrıştıran değil rahatlatan kararlardı. MGK’daki (sivil) bakanların bu kararları imzalaması da, kararların ne denli geçerli olduğunun göstergesiydi.

Erbakan-Çiller koalisyon protokolüne göre, ilk iki yıl Erbakan ve sonrasında da Çiller başbakan olacaktı. 28 Şubat kararlarından sonra hükümetin bu kararları uygulamadaki isteksizliği üzerine toplumsal tepkiler yine artmaya başlamıştı. Bu süreçte Erbakan, toplumsal tepkilerin azalacağı ve (koalisyon protokolü gereği) Çiller’in başbakan olacağı beklentisiyle istifa etmişti. Ancak Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, beklentilerin ve anayasal teamüllerin tersine, toplumsal tepkilerden ya da askerlerden çekindiği için, koalisyon protokolü çerçevesinde mecliste 226 oyun üzerinde oy alabileceği varsayılan Çiller’e hükümet kurma görevi vermemişti. Sonraki süreçte M. Yılmaz üç partinin katıldığı bir koalisyon hükümeti kurmuş ve 18 Ağustos 1997 günü meclis çoğunluğunun oylarıyla sekiz yıllık kesintisiz zorunlu eğitim yasalaşmıştır. Bu yasa sonrasındaki tepkiler, örneğin 2007 yılındaki Nisan gösterilerinin binde biri, Gezi Eylemlerinin ise on binde biri düzeyinde bile olmamıştı.  

Kesintisiz eğitim, tüm öğrencilerin zorunlu eğitim sürecinde olabildiğince eşdeğer düzeyde bilişsel, duyuşsal ve devinimsel gelişim göstermeleri içindir. Çocuğunu seven, çocuğunun ve toplumunun geleceğini düşünenler için bu durum istenen ve savunulması gereken bir durum değil midir? Bu eğitsel gerçeği toplumun inancıyla bir ilişkisi olabilir mi? Üstelik bu süreçte, İzzettin’in de değindiği gibi,  imam hatip liselerine de, din kültürü ve ahlak bilgisi dersine de, Kuran kurslarına da dokunulmamıştı. Aile içinde, camilerde ve basın yayında da dini öğretiler devam ediyordu ve bu olayın toplumun inancıyla bir ilişkisi bulunmuyordu.

Yukarıda değinilen gerçek dışı söylemleri dile getirenlere göre, R. T. Erdoğan’ın bir işaretiyle, yolsuzlukların üstünün örtülmesi gibi toplumun büyük çoğunluğunun karşı olduğu konularda mecliste oy veren AKP’liler, milli iradeyi yansıtıyor. Oysa yine onlara göre, kendi iradeleriyle ve toplum genelinin beklentisi doğrultusunda oy veren 1998 meclisindeki üç farklı partiye mensup kişiler, milli iradeyi yansıtmıyor! Olacak iş mi? 

Onlar, gerçekleri saptırarak, kendilerine, topluma ve insanlığa yabancılaştıklarını gösterip toplumun da yabancılaşması için çabalarken, 90 yıllık yaşamında, kendisine, doğduğu topraklara ve insanlığa bir kerecik olsun yabancılaşmamış Yaşar Kemal bu dünyadan göçüp gidiyor!

Koca Çınar’a selam, sevgi ve saygılarımla,

Türkiye’ye baş sağlığı dileklerimle,

[email protected]