Ortaçağa Geri Dönüş

İnsanların aile içinde öğrendiklerini ve kendi yaşamlarından dersler çıkararak bilgilenmesini bir yana bırakırsak, söylenceler (efsaneler) ve insan topluluklarının ileri gelenleri, insanların binlerce yıldır başvurdukları bilgi kaynakları durumundadır. Tek tanrılı dinler ortaya çıktıktan sonra bu bilgi kaynaklarına inançlar, din kitapları da eklenmiştir. Eski Yunan düşünürleri gibi felsefeyle uğraşmaya başlayanları katmazsak, ilkçağda kullanılan bilgi kaynakları bunlardır. Ortaçağda ise bilgi kaynağının inançla, din kitapları ve din adamlarıyla sınırlı kaldığı söylenebilir.

Rönesans ve aydınlanma süreci, bu bilgi kaynaklarına, aklın kullanılmasını ve araştırma yöntemini eklemiştir. Ortaçağda dini bilgi ağırlıklı olarak sürdürülen okul eğitimi, giderek insanlara aklını kullanmayı, bilimsel bilgiyi ve bilimsel bilgi üretme yollarını öğretmeye başlıyor.

Bu gelişmelere yüzyıllarca kapılarını kapayan Osmanlı, Batı aydınlandıkça ortaçağ karanlığından çıkamıyor. Osmanlı Batılılaşma sürecini bilimsel bilgiye yer veren okullar açarak başlatıyor. Bilimsel bilginin ağırlık kazanması da yüzyıl kadar bir zaman alıp ancak Cumhuriyet döneminde gerçekleşme yoluna giriyor.

Okuma-yazma bilmeyenlerin, tüm dünyada 100 milyon ve Cumhuriyet Türkiye’sinde ise 7-8 milyon kadar olduğu tahmin ediliyor. Aile içinde, kendi kendirline, kahvehaneden, televizyondan, sinemadan ve yaşamın içinden bir şeyler öğrenseler de, okula gitmemişler/gidememişler için, söylenceler, inançlar ve toplum liderleri hâlâ belli başlı bilgi kaynağı olarak yerini ve önemini koruyor.

II. Dünya Savaşı’nın yarattığı ABD hegemonyasının ve onun dayattığı anamalcı iktisadi sistemin yaygınlaşıp kabul görmesi, toplumların dincileştirilmesiyle kolaylaşıyor. Savaş sonrası başlayan süreçte, İran, Pakistan, Bangladeş, Endenozya, Malezya gibi Müslümanların çoğunlukta olduğu ülkelerin birer birer şeriat düzenine geçtiği görülüyor. Afganistan ve şeriatın kenarına bile gelmemiş olan Irak ise, ABD’nin işgali sonrasında (demokratikleştirilerek!) şeriatçı ülkelere dönüştürülüyor.

Cumhuriyet’in varlığı, temel ilkeleri ve deneyimleri nedeniyle diğer İslam ülkelerinden farklı olan Türkiye, bir şeriat ülkesi durumuna henüz gelmemiş olsa da, ABD desteğine gereksinim duyan, onun desteği ile iktidar olabilen ya da iktidarlarını sürdürebilen hükümetleriyle bir ortaçağ ülkesi olma yolunda hızla ilerliyor.

“Marshal yardımı” adı verilen ABD yardımlarının Türkiye’ye gelmesi, Cumhuriyet dönemindeki bilimselleşme sürecinin sonunun başlangıcı oluyor. İnönü’nün 1940 sonlarında Kuran kursu açması ve ilkokulda seçmeli din dersi uygulamasıyla başlayan dini öğretimle ilgili gelişmeler, o yıllardan bugüne değin neredeyse gelmiş geçmiş tüm hükümetlerin ve de özellikle 12 Eylül Darbe hükümetinin katkılarıyla eğitimde ve toplumda yer ediniyor, benimseniyor ve yaygınlaştırılıyor. 1980’lerin ikinci yarısından itibaren ve özellikle ceza yasasında yer alan sol eylemlere yönelik 141 ve 142. maddelerin ceza yasasından çıkarılmasına karşı sağ eylemlere yönelik 163’üncü maddenin de çıkarılması sonrasında, cemaatçilik, camileriyle, cemaatleriyle, dershaneleriyle, yurtlarıyla, kendi özel okullarıyla ve de el attıkları devlet okullarıyla, dini öğretimi bilim ve akıl karşıtlığı boyutuna taşıyor.

Cumhuriyet’in ilk çeyreğinde Türkiye’de de görüldüğü gibi, öğrenim gören gelişmiş ülke insanı (genellikle) inançlarını kalplerinde yaşatıp yaşamlarını bilimsel bulgular doğrultusunda sürdürürken, Türkiye’de tersine gidiş yayılıyor. İnanç, ortaçağdaki gibi toplumun temel bilgi kaynağı haline getiriliyor ve geliyor.

Toplumun ve yükseköğretime devam eden öğrencilerin bile (bugün için) önemli bir bölümü, bir sorunla karşılaştıklarında, çözümü bilimsel bulgularda değil, dini kitaplarda arayacaklarını belirtiyor. “Hayatta en hakiki mürşit ilimdir” sözü, toplumun giderek çoğalan bu kesimine bir şey ifade etmiyor. Okuryazar olmayanlarda anlayışla karşılanabilecek bir durum, okula gitmişlerin ve öğretimden geçmişlerin de öğretilmiş ve öğrenilmiş davranışı oluyor.

Bu arada, bırakın okuryazar olmayanların kendi din kitabını okuyamamasını, Arap olmayan Müslümanlar, Arapça öğrenmemişlerse, tüm eğitim kademelerinde okumuş bile olsalar, kendi din kitabını okuyamıyor. İnancına önem veren ve din kitabını anadilinde okuyamayan, okumaz-yazmaz da, aklını buzdolabına koymuş yükseköğrenimli de, din bilgisi yönünden güçlü olduğunu sandığı kişilerin peşine takılıyor. Bu kişi yerine göre, imam oluyor ilahiyatçı oluyor şeyh oluyor, şıh oluyor ve hatta başbakan bile olabiliyor. Bu inanca sarılmaya yönelik öğretili yaşamda, örneğin bir profesörün lise dengi öğrenimi bile olmayan bir şeyhin müridi olması ve çocuğu yaşındaki şeyhinin elini öpmesi gibi aklı başında insanların yadırgadığı durumlar, olağanmış gibi karşılanıyor.

1950’lerin sonlarında bazı gazetelerin Ramazan aylarında bir sayfa kenarına sıkıştırdıkları “Ramazan/din köşesi” bugün tam sayfaya yayılıyor. Hatta bazı gazeteler Ramazan ile sınırlı kalmıyor, her gün gazetelerinde bu tür bir köşeye yer veriyor. 1950 sonlarında bir tek devlet radyosunda o da zaman zaman yer verilen “dini sohbetler” bugün yüzlerce radyoda ve onlarca televizyonda neredeyse her gün gerçekleşiyor. Geçmişte kimsenin aklına gelmeyenler bugün akla geliyor: Gazeteler ve televizyonlar, “Bu konuda ne diyorsunuz” sorusunu Diyanet İşleri Başkanlığı’na da soruyor, din adamlarına da.

Siyasiler ve cemaatler yetmiyor, yazılı ve görsel basının, toplumun temel referansının din/inanç olması için elbirliği etmişçesine çalıştığı görülüyor. İçinde bulunduğumuz Ramazan ayında din/ramazan köşeleri ya da sayfaları ile yetinmeyen gazeteler, bir adım daha ileri gidiyor. Tesettür, haşama, türban modasına, helal gıdalar, özel iftar ve sahur yemekleri ile bu yemeklerin tarifleri gazete sayfalarını ve hafta sonu eklerini süslüyor. Ortaçağ inancının yeniden toplumun temel bilgi kaynağı haline dönüşmesi, yazılı ve görsel basın sayesinde giderek olağanlaşıyor.

Ancak bu gelişmeler, tartışılan hemen hiçbir dini konuda görüş birliğinin olmadığı ve hatta kimi din adamlarının, İslam’da bugün için geçerli olan yorumların 11. yüzyıla dayandığını ve dolayısıyla günümüzde geçerliliğini yitirdiğini savunduğu bir dönemde gerçekleşiyor.

“Demokrasi bir amaç değil, şeriat yolunda bir araçtır” diyen bir kişinin 7 yıldır yönettiği ülkenin, giderek öğretiler ve davranışlar açısından ortaçağa yönelmesiyle, dönülmesi zor bir yola girdiğini görmek gerekiyor.

Bu sürecin Türkiye’yi üç yıl, beş yıl, on yıl … sonra nereye götüreceğini düşünen insanlara gereksinim duyuluyor akla ve bilime önem veren insanların bu gidişi görmezden gelmemeleri bekleniyor.