Ömer Dinçer’in eğitim bakanlığı!

Günlük haberlerden ve internetten bir süre uzak kalanlar, şike olayının gündeme damgasını vururken Ömer Dinçer’in milli eğitim bakanı olmasının olağan karşılandığını öğrenince, şaşırıp kalıyor.

Dinçer, belirli özellikleriyle bilinen bir kişi olmasa, her şey olağan gibi duruyor. Hatta pek çok bakanın bakan olduğunda yaptığını, Dinçer de yapıyor: Büyük bir sevinç ve şaşkınlık içinde, “Hiç beklemiyordum! Haberim yoktu! Benim için büyük bir sürpriz oldu!” diyor. Haberi olmadan bilmem ne bakanlığına getirilenlerden hiçbiri, “Ben bu bakanlığı istemem/beceremem, benim birikimime uygun bir alan değil kabul edemem” demediği gibi, Dinçer de demiyor! Başbakanların, bakan yapmayı düşündüğü kişilerle önceden görüşüp “Senden şu görevde yararlanmak istiyorum, ne dersin?” gibilerinden bir şeyler söyleyip onların görüşünü almadan ataması da olağan. Ancak milli eğitim bakanı olacak kişi “Dinçer” olunca, bu olağanlık ortadan kalkıyor, olağanüstü bir durum ortaya çıkıyor.

Bu olağanüstü durum, bakanlığın niteliği ile bakan olan kişiden kaynaklanıyor ve bu olağanüstü durum nedeniyle öncelikle Dinçer’in kendisinin bu görevi kabullenmemesi gerekiyor. Dinçer kendi durumuna aldırmıyorsa, “eğitim”, “bilim” ve “töre/etik/ahlak”tan yana olanların şike olayının yarattığı gümbürtüyü bastıracak şekilde bu atamaya karşı durmaları bekleniyor.

Çünkü milli eğitim, sıradan bir bakanlık olmadığı gibi, suçluların cezalandırılmasıyla üstü örtülebilecek bir olay da değil. Laik, demokratik ve sosyal hukuk devletlerinde eğitim, bireyin gerçekçi bir biçimde (bilimsel olarak) kendini, çevresini ve dünyayı tanıması, insancıllaşması, toplumsallaşıp yurttaş olması ve evrenselleşerek kendini gerçekleştirmesi anlamına geliyor. Eğitim, kişinin bilgilenmesi ve bir meslek edinmesi kadar başta ahlak ve insan hakları gibi evrensel değerlere sahip olması anlamına da geliyor. Eğitim bakanlığının temel görevi ise, bireylerin bu doğrultuda yetiştirilmelerini sağlamak oluyor.

Oysa Dinçer’in kişisel görüş ve tutumu, bu “eğitim” anlayışıyla örtüşmüyor. Dinçer 1995 yılında, “Türkiye’de Cumhuriyet ilkesinin yerini katılımcı bir yönetime devretmesi gerektiğini ve nihayet laiklik ilkesinin yerine İslam ile bütünleşmesinin gerekli olduğu kanısını taşıyorum. Böylece Türkiye Cumhuriyeti’nin başlangıçta ortaya koyduğu bütün ilkelerin laiklik, cumhuriyet, milliyetçilik gibi birçok temel ilkenin, daha katılımcı, daha ademi merkezi, daha Müslüman bir yapıya devretmesi sorumluluğu ve artık bunun zamanı geldiğine inanıyorum” diyor (M. Aşık, Milliyet, 7 Temmuz 2011)! Bu düşüncesini de değiştirmediği biliniyor.

Bu nedenle, Dinçer’in eğitim bakanlığına karşı çıkılması gerekiyor. Bu atama, AKP’nin hedeflediği 2023 yılına doğru eğitimin nasıl şekillendirileceğinin bir göstergesi oluyor.

Kısaca cemaatleşme, F-tipi kadrolaşma ve muhalefeti etkisizleştirme özgürlüğü anlamına gelen “ileri demokrasi” anlayışına kendilerini kaptıranların bu durumda sessiz kalmaları anlaşılıyor da, kendilerini laik ve demokrat olarak görenlerle hukukun üstünlüğüne inandıklarını düşünenlerin sessizliğini ve kabullenişliğini anlamak kolay olmuyor. İleri demokrasi zokasını yutanların ve “eğitim”e aldırmayanların bu atamaya hiç değilse “töre/etik/ahlak” yönünden karşı çıkması bekleniyor.

Çünkü bilindiği gibi Dinçer, yazdığı ders kitabında aşırma (intihal) yapması (başkasının yazısını kendi yazısıymış gibi kullanması) nedeniyle YÖK tarafından öğretim üyeliği mesleğinden çıkartılmış olan bir kişi. Çünkü Dinçer, bu cezaya karşı açtığı iptal davası Ankara 1. İdare Mahkemesi tarafından verilen “intihal gerçekleşmiştir” kararıyla reddedilen ve bu suçu kesinleşen bir kişi! Bilindiği gibi, bilimsel sahtekarlık olarak da adlandırılan intihal olayı, bilim açısından en ağır suçlardan biri oluyor. Bu intihal olayından sonra Başbakanlık Müsteşarlığı’ndan ayrılmamayı ve daha sonra da Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı olarak atanmayı içine sindiren Dinçer’in, iyi niyetinden ya da bir anlık dalgınlığından kaynaklanmış olsa bile, öğrencileri ve bilimi düşünerek, bu intihal olayı nedeniyle hiç değilse “eğitim” bakanlığını kabul etmemesi gerekiyor.

Dinçer bakanlığı kabul ediyorsa, “töre/etik/ahlak” ve “bilim” konularında mangalda kül bırakmayanların bu atamaya karşı gelmesi bekleniyor.

Laikliği, bilimselliği, hukuksallığı, ahlakı vb ilkeleri korumaya yönelik karşı çıkışların öncelikle Cumhurbaşkanı’ndan gelmesi bekleniyor. Cumhurbaşkanı “ileri demokrasi”nin havarilerinden biri olunca, bu umutlar boşa çıkıyor.

Bu tür karşı çıkışlar, konu bilim ve bilimsel etik konusu olduğu için, YÖK’ten bekleniyor! YÖK Başkanı, bırakın karşı çıkmayı, Dinçer’in eğitim bakanı olmasını sevinçle karşılıyor ve de üstelik, “YÖK olarak en kısa zamanda kendisini ziyaret edeceklerini” söyleyebiliyor(!).

Bu tür karşı çıkışlar, eğitim emekçileri sendikalarından bekleniyor. Oysa MHP yandaşı bir sendika, bu durumu sorun bile etmiyor, bakandan bazı isteklerde bulunarak bu atamayı meşrulaştırmaya çalışıyor. Dini eğilimli sendikalar ise, ellerini ovuşturup bayram yapıyor.

Bu tür karşı çıkışlar, Abdullah Gül’ün şimdiki makama gelmesine yardım eden MHP’den beklenmese de, meclise giren diğer muhalefet partilerinden bekleniyor. Seçtikleri milletvekillerinin meclise gitmesine izin verilmemesi üzerine kılını bile kımıldatmayan seçmeniyle ve “yemin” konusunu bile yüzlerine gözlerine bulaştıran milletvekilleriyle CHP’den de etkin bir tepki gelmiyor. Kürt sorununun çözümünde ümmetçilikten medet ummaya çalışan parti de, umutları boşa çıkarıyor.

Bu tür karşı çıkışlar, üniversitelerden, demokratik sivil toplum kuruluşları ile yazılı ve görsel yayın organlarından bekleniyor. İleri demokrasi ortamında, onlardan da bir umut ışığı çıkmıyor.

Delil olmadan tutuklu olanlar, milletvekili seçilince meclise gidemiyor! İntihal suçu işleyen ise, meclise girmekle kalmıyor, eğitim bakanı oluyor!

Umutsuzluk ve şirazesinden çıkmış bir düzen!

Bu durum, hiç de hayra alamet değil.

[email protected]