Okuduğunu anlamama

Dördüncü sınıf öğrencilerinin önemli bir bölümünün okuduğunu anlamaması, “ilerideki yıllarda okuduklarını anlarlar” gibi söylemlerle geçiştirilecek bir konu değildir. İlk ve ortaöğretim öğrencilerini içeren “Uluslararası Öğrenci Değerlendirme Programı-PİSA” ve “Yetişkin Yeterliklerinin Uluslararası Değerlendirilmesi Programı-PIAAC) çerçevesinde yapılan uluslararası değerlendirmelerde de öğrencilerimizle yetişkinlerimizin okuduklarını anlama düzeyi, pek çok ülkenin düzeyinin gerisindedir. Dolayısıyla okuduğunu anlama sorunu 4’üncü sınıflarla ilgili ya da 2018-2019 öğretim yılıyla sınırlı bir durum değildir. 

Yazılı olanı-okuduğunu- anlamakta güçlük çekenlerin duyduklarını anlamaları, herhalde daha da zordur. Türkiye’de ormanlar ve doğal güzellikler talan edilmektedir. Bir zamanlar ihraç ettiğimiz tarımsal ve hayvansal ürünler, günümüzde ithal edilmektedir. Ekonomi ve demokratik yaşam baş aşağı gitmektedir. Ancak sorumlular, her şey güllük gülistanlık içindeymiş gibi konuşmakta ve yetişkinlerin önemli bir bölümü de, yaşanan gerçeklere değil de sorumluların açıklamalarına inanmaktadır. Ayrıca insanımızın bir bölümü, kendilerini şeyh/şıh diye tanıtanlarla tarikat liderinin peşine takılmaktadır. Bu durumun, okuduğunu ve duyduğunu anlamamayla ilişkili olup olmadığı bilinmemektedir. Ancak okuduğunu ve duyduğunu anlamayanların önemli boyutlara ulaştığı bir toplumda, eğitim, ekonomi, sağlık ve siyaset gibi toplumsal konuların sağlıklı olması imkansız olduğu gibi, barış içinde ve bağımsız/özgür bir toplum olarak yaşamanın da mümkün olmadığı bilinmektedir.

Bakan Selçuk’un, “Eğitimin MR’ını çektik. Evet, ‘çocuklarımız okuduğunu anlamakta ve matematikte zorlanabiliyor’ gibi pek çok veriye ulaştık. Bu sonuçlar yapacaklarımıza önemli bir ışık tutuyor. Bir sonraki aşama buna göre çözümler üretmek” demesi, bir şey ifade etmemektedir. Çünkü kendisinin Talim ve Terbiye Kurulu (TTK) başkanı olduğu yıllarda, 2003 ve 2006’da açıklanan PİSA sonuçlarıyla defalarca yapılan liseye ve yükseköğretime geçiş sınavlarının her biri, “eğitimin MR” niteliğindedir; ancak bu MR’lardan yararlanan olmamıştır. Selçuk’un bakanlık döneminde yapılan seçme sınavları da, eğitimin MR’ı niteliğindedir. Ancak bakanın düne kadar yaptığı açıklamaların hemen hepsi, ne yazık ki, MR’ların gösterdiği eğitim sisteminin hastalıklı yanlarını tedavi edecek nitelikte değildir. 

Bakanın okuduğunu anlamama konusuyla ilişkili olarak, “Destekleme-Yetiştirme Kurslarında yaptığımız düzenlemeler, kurduğumuz dijital alt yapı, Eğitim Bilişim Ağı içeriğinin öğrenci odaklı yenilenmesi, erişiminin kolaylaştırılması, fırsat eşitliği için geliştirdiğimiz, ülkenin her yerinden ulaşılabilecek destekleme yazılımları bu sonuçlar için birer çözüm olacak” demesi de bir çözüm değildir. Zorunlu öğretimde imam hatip, meslek lisesi ve açıköğretim ayrımıyla, özel liselere verilen desteklerle ve de yürürlükteki seçme sınavlarıyla fırsat eşitliğinin sağlanması da, toplumu oyalamaktan başka bir şey değildir. 

Yıllardır eğitim sisteminin öğrencileri ezberlemeye yönelttiği bilinmektedir. Seçme sınavları ile öğrencileri bu sınavlara hazırlayan dershaneler, ezberlemenin yaygınlaşmasından ve parası olanın –dershaneye gidebilenin- sınavlarda diğerlerinin önüne geçmesinden başka bir işe yaramamıştır. Bakanlığın açacağı destekleme-yetiştirme kursları da, yıllardır yaşandığı gibi, başka bir işe yaramayacaktır. Ayrıca, bilindiği gibi okuduğunu anlamama sorunu, bilgiye erişim sorunu değildir. 

Öğrencinin okuduğunu anlaması için, öncelikle eğitim sisteminin öğrencinin kendisini gerçekleştirip özgürleşmesini hedeflemesi gerekir. 

Öğrencinin okuduğunu anlamasını hedefleyenlerin yapacağı ilk iş, çocukları okulöncesinden itibaren gerçeklerle yüzü yüze getirmektir. Çocukları tartışılabilir, eleştirilebilir, denenebilir bilimsel bilgilerle donatmaktır. Öğrencinin sormasına, eleştirmesine ve de karşı çıkmasına izin vermek ve hatta bunu teşvik etmektir. Çocukların korkmadan çekinmeden düşündüklerini açıklamalarına izin vermektir. Çocukların aklını, tartışılamaz, eleştirilemez, denenemez ve karşı çıkılamaz inanç öğretileriyle doldurmamaktır. Ders kitapları ve yardımcı kitaplarla cinsiyet ayrımcılığı yapmamaktır. Bakanın, TTK başkanı olduğu dönemde ilköğretimde başlattığı girişimci öğrenci yetiştirmekten ve 652 sayılı KHK ile 2011’de başlatılan rekabetçi öğrenci yetiştirmekten vazgeçmektir. 2013 yılında değiştirilen ortaöğretim yönetmeliğinden çıkarılan, “düşünen, soran, araştıran ve eleştiren öğrenci yetiştirilmesi” ilkesine geri dönmektir. Bakanlığın Diyanet ve gerici kuruluşlarla değil, çocukların aklını, gönlünü ve dünyasını çağdaş uygarlığa açabilecek kuruluşlarla işbirliği yapmaktır. Çocukları kadere boyun eğecek nitelikte değil de, gerçeğin peşinden gidecek ve de geleceğini kendi özgür iradesiyle belirleyebilecek şekilde eğitmektir. 

Kısaca söylemek gerekirse, çocukların okuduğunu anlamasını kolaylaştırıp yaygınlaştırmak için yapılacak iş, piyasacı ve gerici eğitim anlayışından derhal vazgeçmektir. 

[email protected]