Öğretmenlerin statüsü (II)!

Öğretmen statüsünü belirleyen bir etken de, öğretmen yetiştirme sistemidir. Piyasacı ve gerici hükümetler, 1966 yılında kabul edilen Öğretmenlerin Statüsü Tavsiyesi’nde yer alan öğretmen yetiştirme programlarıyla ilgili önerilere uymadıkları gibi, Milli Eğitim Temel Kanunu’na da aldırmamaktadırlar.

14 Haziran 1973 tarih ve 1739 sayılı bu kanunun 43 ve 45’inci maddelerine göre, öğretmenlik özel bir ihtisas mesleğidir. Öğretmenler bu görevlerini Türk Milli Eğitiminin amaçlarına ve temel ilkelerine uygun olarak ifa etmekle yükümlüdürler. Öğretmenlik mesleğine hazırlık genel kültür, özel alan eğitimi ve pedagojik formasyon ile sağlanır. Öğretmen adaylarında genel kültür, özel alan eğitimi ve pedagojik formasyon bakımından aranacak nitelikler, Milli Eğitim Bakanlığı’nca belirlenir.

Oysa öğretmen yetiştiren programların en zayıf halkası pedagojik formasyon ile genel kültür boyutudur. 1997 yılında Dünya Bankası projesi olarak uygulamaya konan öğretmen yetiştirme sisteminde, formasyon dersleri iyice azaltılmış, genel kültür konusu da İnkılap tarihi ile bilgisayar teknolojisi dersiyle sınırlandırılmıştır (bkz, Öğretmen Yetiştirme Sistemimiz, Ütopya Yayınevi, 2006). 2006 yılında formasyon dersleri artırılmışsa da istenen düzeye çıkarılmamıştır. Ayrıca Kemal Gürüz’ün YÖK başkanlığı zamanında açılan eğitim fakültelerinin önemli bir bölümünün kültürel gelişimi sınırlı düzeyde olan yörelerde açılması, öğretmen adayının genel kültür edinmesini kısıtlayan bir durum da yaratmıştır.

Eğitim sistemimizin dar boğazlarından biri, liseden gelen öğrencilerin önemli bir bölümünün cumhuriyetin temel anlayış ve ilkeleri doğrultusunda yetiştirilmek yerine, Osmanlı hayranı olarak yetiştirilmeleridir. Eğitim fakülteleri ise, bırakın öğrencilerin bu tutum ve anlayışlarını değiştirmeyi, bu durumlarını sorgulamalarına bile yardımcı olacak yapıda değildir.

Eğitim sisteminin ikinci darboğazı, öğrencilere, kitap okuma, düşünme, sorgulama ve araştırma alışkanlığı kazandıramamasıdır. Bu tür alışkanlıklar edinemeyen lise mezunları, var olan öğretmen yetiştirme sistemi nedeniyle, fakültelerde de bu alışkanlıkları edinme olasılığı bulamamaktadır.

Eğitim sistemiyle ilgili üçüncü darboğaz ise, öğrencilerin güzel sanatlarla ilgili gelişimlerine önem verilmemesidir. Eğitim fakültelerinde de bu konuya önem verilmemektedir. İstanbul, Ankara ve İzmir gibi kültürel açıdan gelişmiş illerdeki eğitim fakültesine gelen öğrencilerin önemli bir bölümü, konsere, tiyaroya, müzeye ve belki de sinemaya bile gitmeden fakülteden mezun olmaktadır.

Eğitim fakültelerinin bir zayıf halkası da, yöneticiler ve onların “eğitim” anlayışıdır. 12 Eylül darbe hükümeti, öğretmen yetiştiren kurumları, eğitim bakanlığından alıp YÖK’e/ üniversitelere vererek eğitim fakültelerine dönüştürmüştür. Öğretmen yetiştiren kurumlardaki Adalet Partili tutucu kadrolar, bu fakültelerin çekirdeğini oluşturmuştur. YÖK’ün ilk başkanı İhsan Doğramacı, on yıl boyunca üniversitelerde ve eğitim fakültelerinde Türk-İslam sentezci kişileri işbaşına getirmiştir. Bu durum Doğramacı’dan sonra da aynen devam etmektedir. Hâlâ eğitimbilimci olmayan dekanlar vardır.

Doğramacı Bilkent vakıf üniversitesini açarak, Özal da üniversite öğrencilerinden harç almaya başlayarak yükseköğretimin piyasalaşması kapısını açmışlardır. Mehmet Sağlam’ın YÖK başkanlığında, paralı ikinci öğretim programları başlatılmış ve genelde eğitim fakültelerinde uygulanarak, öğremen yetiştirmede de piyasacı anlayış başlamıştır. Bu piyasalaşmayı Kemal Gürüz zamanında vakıf üniversitelerinde eğitim fakültesi açılması izlemiştir. Öğretmen atamalarının KPSS’ye bağlanması da, bu sınava hazırlanma genellikle dershanelerle mümkün olduğundan, öğretmen yetiştirmede piyasacılığı iyice pekiştirmiştir. Bu yollarla öğretmenlik, varlıklı kesimlerin kolayca elde edeceği bir mesleğe dönüştürülmüştür. Parasına güvenerek öğretmen olanların, doğa, birey ve toplum yararına hizmet verecek, öğrencinin özgürleşip kendini bulmasına yardımcı olacak “öğretmen niteliklerini” taşıması/göstermesi kolay değildir.

AKP iktidarında ise, üniversitelerdeki kadrolaşma parasalcı-İslam niteliğindedir. Yusuf Ziya Özcan’ın YÖK başkanlığında, cemaatçı oldukları bilinen vakıf üniversitelerinden eğitim fakültesi açılmasına izin verilerek, eğitimin gericileşmesine hız verilmiştir.

Eğitim fakültelerinin bir başka zayıf halkası, öğretmen adaylarının dert ve sıkıntılarıyla hiç ilgilenmemesi, adayların önemli bir bölümünün cemaat yurtlarında kalmasıdır.

1997 yılında, öğretmen yetiştirme konusunda incelemeler yapıp YÖK’e önerilerde bulunacak Öğretmen Yetiştirme Türk Milli Komitesi oluşturulmuştur. Bugüne değin bu komite işlevsel hale getirilmemiştir. Sistemde, bu milli komite, onlarca eğitim fakültesi ve binlerce eğitimbilimci varken, son yıllarda AKP’nin/YÖK’ün, öğretmen yetiştirme arayışlarını fen-edebiyat dekanlarıyla yürüttüğü görülmektedir. Fen-edebiyatçılar ortaöğretim öğretmenlerinin kendi fakültelerinde yetiştirilmesini istemektedir. YÖK’ün eğitim fakültelerindeki bu alanlara bu yıl kontenjan vermemesi, yakın zamanda fen-edebiyatçıların isteklerinin yaşama geçirileceğini göstermektedir. Öğretmenin fen-edebiyatta yetişmesi, öğretmen yetiştirmenin ve öğretmen statüsünün iyice önemini yitirmesi ve her önüne gelenin öğretmen olması anlamına gelmektedir. Eğitim fakülteleri dekanlar konseyi (EFDK) de bu gelişmelere aldırmamaktadır.

Devletin (bakanlık ve YÖKün) tutumu, öğretmen yetiştirmeye hiç önem verilmediğini göstermektedir. Piyasacı ve gerici anlayış ve kadrolardan kurtulmadan öğretmen yetiştirme sistemiyle öğretmen statüsünün bir gıdım iyileşmesi olası değildir.