Öğretmenler günü

Yarın 24 Kasım, 12 Eylül 1980 darbecilerinin öğretmenlere hediye ettikleri (!) resmi “öğretmenler günü”. Bu hediye (!) öğretmene ve dolayısıyla öğrenciyle topluma pahalıya patladı, bir bakıma hâlâ da bedeli ödeniyor. Öğretmenler gününün kutlanmaya başlanması sürecinde ve sonrasında neler oldu neler. Türkiye Öğretmenler Birliği Derneği (TÖBDER) kapatıldı. TÖBDER’liler daha önce 1970’lerde yargılanıp aklandıkları davalarda yeniden yargılandılar. Aynı davadan ikinci kez yargılananlara A mahkemesi beraat kararı verirken B mahkemesi bir kez daha ceza verdi. 1402 sayılı Sıkıyönetim Kanunu’na işlerlik kazandırılarak, iftiraya dayalı suçlamalarla ve hiçbir yargılama yapılmadan, sıkıyönetim komutanlığının isteği ve ilgili kurum yöneticisinin yazılarıyla, 2.515’i öğretmen olan 4.891 sivil görevlinin işlerine son verildi. 1402 mağdurları emeklilik gibi tüm kazanılmış haklarını kaybettiler ve onlara kamu görevi yasaklandı. Hak arayan ve toplumsal konulara sahip çıkan öğretmenler, disiplin kovuşturmalarına uğradılar, haksız cezalara çarptırıldılar, terfileri ve üst yönetimlere geçişleri engellendi. Öğretmene sus payı olarak “en iyi öğretmen” ödülü verilmesine başlandı. Nedense en iyi öğretmenlerin çoğu imam hatip okullarında çalışan öğretmelerden çıktı. 

Öğretmen yetiştiren okulların açıldığı gün olan 16 Mart’ların kutlanması ile tarihe damgasını vuran öğretmen yetiştiren okulların unutturulması yoluna gidildi. İlk öğretmen okullarını, eğitim enstitülerini, yüksek öğretmen okullarını ve köy enstitülerini bilmeyen öğretmenin yetiştirilmesine başlandı. 

Emekçilerin sömürülmesinin bir parçası olarak öğretmenin geliri ve yaşam düzeyi giderek bozuldu. Öğretmen, tatil yapamaz, ev kirasını ödeyemez, çocuğunu okutamaz duruma düşürüldü. Öğretmen ek gelir üretme çabasına itildi. Öğretmenler, varsıl-yoksul demeden, çeşitli adlar altında öğrenciden para toplamaya zorlandı. Öğretmen, yobaz ve/ya da faşist yönetim anlayışıyla okullardan da soğutuldu. Eğitim sistemi özelleştikçe ve seçkincileştikçe, seçme sınavları yaygınlaştıkça okullarda bile “dershanecilik” anlayışı benimsendi. Öğretmenler kendilerine ve mesleklerine yabancılaştılar. Erken emeklilikler, özel okullara ve dershanelere geçişler, öğretmenliği bırakıp dershaneciliğe soyunanlar çoğaldı.    

12 Eylül yönetiminin YÖK aracılıyla yapılandırdığı eğitim fakültelerinde, Cumhuriyet’in istediği “Fikri hür vicdanı hür ve irfanı hür” nesilleri yetiştirecek öğretmenin eğitilmesine değil de Türk-İslam sentezi anlayışını uygun öğretmenlerin eğitilmesine özen gösterildi. Bunu sağlamak ve kolaylaştırmak için Anadolu öğretmen liseleri gibi yatılı okullarda öğrenciler namaz kılmaya, oruç tutmaya ve camiye gitmeye zorlandı, kızlar türban takmaya alıştırıldı. Köy enstitülerinden öğretmen liselerine dönüştürülen okullarda, öğrencilere köy enstitülerini suçlayıcı bilgiler verildi. Cemaatlerin okullarıyla dershanelerinde yetiştirilen ve yurtlarda barındırılanlar başarılı yoksul çocuklar, “abi ve ablaları” aracılıyla kazandıkları değerlerle öğretmen olmaya yönlendirildiler. YÖK, Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi öğretmenini ilahiyat fakültelerinde yetiştirdi, yetinmedi, onlara ilköğretimde Türkçe ya da Sosyal Bilgiler dersine girme hakkı verdi. Bu öğretmenlerle imam hatip/ilahiyat çıkışlı öğretmenler, bakanlığın gözde öğretmenleri oldular; merkez yönetimine ve okul müdürlüklerine getirildiler.

Eğitim fakültelerinden mezun olanlar, ANAP zamanında sınava alınarak “öğretmen olur/olmaz” denmesine başlandı. Bir ara bu saçma sınava son verildi. Son yıllarda KPSS adında yeniden sınav başladı. Bu sınava hazırlık öğretmen eğitiminin yerini almaya aday oldu, pek çok fakülte öğretmen adayını bu sınava hazırlamaya yöneldi. 

Mesleğe girme şansı bulan öğretmenler, aday öğretmen, uzman öğretmen ve başöğretmen olarak sınıflara ayrıldı. Öğretmenlerin bölünmesi, öğretmen sendikalarının çoğalıp etkisizleştirilmesini hedefledi. Bu bölünmeler yetmedi, giderek okullarda, daha çok sömürülen ücretli ya da sözleşmeli öğretmenlerin istihdam edilmesine başlandı. Bu tür ve benzeri olumsuzluklara artarak devam ediyor.

Özellikle son 27 yılda ülke kabuk değiştirdi, küresel anamalcı sömürünün açık pazarı oldu. Öğretmenler bu süreçte hem mağdur edildiler hem de bu sürecin bir aracı haline getirildiler. Analmacı, seçkinci ve teslimiyetçi düzene uyum sağlayan kimi örnekleri gören halk “Ah! Nerede o eski öğretmenler” demeye başladı. 

Sistem toplumun istediği öğretmeni yetiştirmiyor, öğretmenine sahip çıkmıyor; ülkeyi ve toplumu gözden çıkaranlardan bunu beklemek de zaten “abesle iştigal” oluyor. Toplum giderek bir karanlığın içine sokuluyor. Gençlerde eşitlikçi ve özgürlükçü değerlerin yerini para alıyor. Her türlü sömürü karşısında ve savaş tamtamları içinde, sorgulamamak, eleştirmemek, her şeyi kabullenip sessiz kalmak yaygınlaşıyor. Bu devranın böyle gitmeyeceği, bu kervanın da böyle yürümeyeceği görülüyor. Bu durumda, öğretmen eğitiminde görev alanlarla öğretmen adaylarının ve öğretmen olanların “öğretmenliğe” sahip çıkmanın yollarını bulmaları kaçınılmaz oluyor. Öğretmenliğe sahip çıkmanın yolu bireyin özgürleşmesinden geçiyor.