Ne ekerseniz!

Atasözleri boşuna söylenmiyor. "Ne ekerseniz onu biçersiniz" sözü de boşuna söylenmemiş atasözlerinden biri. 47 yıl önce 27 Mayıs anayasasıyla başlayan aydınlanmacı hareketler 1960'larda üniversitelere de yansımaya başlamıştı. Hemen her üniversitede düşünce kulüpleri kuruluyordu. Oysa düşünce kulüpleri, haksızlıkları ve yoksullukları dile getirenler, hak arayanlar, emekçiden yana olanlar, toplumunu ve yurdunu sevenler, ABD'nin güdümüne girmeyi içine sindiremeyenler, kısacası solcular, ABD'ci ve anamalcı iktidarların can düşmanıydı. Demirel de kendisinden beklenileni yaptı ve 1960'ların ikinci yarısında, tutucu (muhafazakar) gençleri solcu öğrencilere karşı bir baskı aracı olarak kullanmaya başladı. Bir zamanlar, elinizi kolunuzu sallayarak bir kapısından girip öteki kapısından çıktığınız üniversiteler, üniversiter kimlikten uzaklaşmaya başladı. Önce sopalarla başlayan saldırılar, falçata, bıçak ve satır kullanımıyla devam etti. Daha sonra da ateşli silahlar devreye girdi. 

12 Mart 1971 muhtırası sonrası kurulan hükümetler zamanında TRT'nin özerkliğinin kaldırılması, anayasada demokratiklikten uzaklaştırıcı değişikliklerin yapılması, memurların sendika kurmasının yasaklanması gibi kısıtlamalar yetmedi. 20 Haziran 1973 günü, üniversitelerin özerkliğini kısıtlayan 1750 sayılı Üniversiteler Yasası kabul edildi ve bu yasayla,  üniversitelerde denetimi sağlayacak bir Yükseköğretim Kurulu (YÖK) oluşturuldu. Bu YÖK, demokratik açılımları iyice törpülenmiş anayasaya bile sığmadığından Anayasa Mahkemesi tarafında kapatıldı. Üniversite olayları, 12 Eylül darbesinin gerekçelerinden bir olacak hale getirildi. 

Şöyle geriye doğru bakıldığında, hak arayanlara karşı özellikle 1960'ların ikinci yarısında başlayan saldırıların devam etiği görülüyor. 12 Eylül darbesi döneminde, bu olaylar kısa bir süre için durulmuştu. Tutucu gençlere gerek kalmamıştı; onların yaptıklarının dik alasını sıkıyönetim idareleri, mahkemeleri ve kolluk kuvvetleri yapıyordu. 12 Eylül darbecileri, 7 yıl önce kapatılan YÖK'ü bu kez anayasal bir kurum haline getirdiler. Darbeciler ve sonrasında gelen hükümetler de anamalcı ve ABD'ci olduklarından, YÖK'ü de yanlarına alarak, hak arama istek ve çabalarının önünü kesmenin yolunu buldular: Türk-İslam sentezini, Tanrı Dağı kadar Türklüğü, Hira Dağı kadar İslamlığı ve de dine ile büyüklere itaat etmeyi öne çıkardılar, gençleri bu anlayışta yetiştirmeye başladılar. Sıkıyönetim bitince, bu kalıpların dışında kalanlara baskı yapılması yaygınlaşmaya başladı. Sopalı, satırlı ve bıçaklı saldırılar, "ülkede güven ve istikrar" olduğu (!) için haber değerini bile yitirdi. Ancak, bu baskılar ölümcül olaylara dönüştüğünde ya da günün koşulları gereği birileri tarafından öne çıkarılmak istendiğinde, örneğin Gazi Üniversitesi'nde kokteyli açılış törenini basıp, "Müslüman ülkesinde salyangoz sattırmayız" dediklerinde gündeme getirildi. Antalya'daki olayın ilginçliği, olayla ilgili değil, uzun yıllar sonra televizyonların yakaladığı görüntüler. Zaten, hep o görüntüler üzerinde duruluyor. Üniversiteye değil de MEB'e bağlı olan yurtlardan, devlet güvencesi olmadığı için kaçan çocuklar, devletin neden güvenliği sağlayamadığı, bu olayların Antalya Üniversitesi rektörünün Üniversitelerarası kurul başkanı olarak YÖK başkanının yaklaşımlarına karşı çıkmasıyla ilişkili olup olmadığı, yurtlardan kaçanların nasıl bir lira rantı kurbanına dönüşecekleri ya da kimilerinin ister istemez cemaatlere sığınacakları,  haber değil, görüntüler haber.   

İşin bir de çocuk yönü var. Çocuklarımızın önemli bir bölümü, "erkek" egemen kültür ortamında büyüyor. Çocukların bir bölümü kadının ikinci sınıf vatandaş sayıldığı ve hatta dövüldüğü bir ailede yetişiyor. Çocuk gazeteyi açsa, bir töre cinayetini ya da kan davsını okuyor; televizyon seyretse, mafyanın ya da ağanın yaptıklarını, güçlünün güçsüzü nasıl ezdiğini, hak arayan göstericilere karşı, kişi yere düşmüş bir kadın bile olsa, beş-on polisin acımasız saldırılarını görüyor. Çocuk,  her türlü sevincini, tuttuğu takımın galibiyetini bile "silah atarak" gösterenlere tanık oluyor. Çocuğun, babası topraksız köylü ya da kentli işsiz, her gün amele pazarında pazarlanmayı bekliyor. Çocuğun babası asgari ücretle çalışıyor, bir aylık emeği karşılığında aldığı para ekmek parasına bile yetmiyor. Çocuğun babası/anası, iş güvencesine kavuşmak için sendikalı oluyor, ertesi gün işten atılıyor. KİT'lerde çalışanlar, bugün çalıştığı KİT'in birilerine peşkeş çekildiğini görüyor, ertesi gün kendisini kapı önünde buluyor. Karnını doyurmakta zorlanan çocuk, parası olanların yaşamını da yakından izliyor. Yoksul çocuk, okula gittiğinde, okulda da yabancı kalıyor. Eğitim sistemi de zaten çocuğun özgürleşmemesi için elinden geleni yapıyor. Çocuk, farklı etnik kökenden ya da inançtan geliyorsa, kendi durumunun pek makbul olmadığını öğreniyor. Öğretmen diğerlerine gösterdiği ilgiyi ondan esirgiyor. SBS denemeleri için çocuklardan 10'ar milyon ücret alıyorlar. 10 milyon veremeyecek çocuk, biraz daha küskünleşiyor. Bu tür sıkıntıları yaşayan çocukların özgürleşmeleri ve kendilerini gerçekleştirmeleri pek kolay olmuyor. Küskünleşen, ezilen, yoksulun, kendine güveni azalıyor.  İçine düştüğü bu çıkmazdan kendini kurtaramayan çocuğun madde bağımlısı olması, çocuk çetelerine katılması ve cemaatlerin himayesine girmesi olasılığı çoğalıyor. 

Çocuğa, en geçerli yolunun düşünmek-okumak-eleştirmek-hak aramak olmadığı, esas olanın, "itaat" olduğu öğretiliyor. Bu çocuk bir de Milli Eğitim Bakanı'ndan "Ulusalcılığın Türkiye'yi içe kapatma ideolojisi" olduğunu duyunca ve de Başbakan'ından da "her şeye solcuların karşı çıktığı" sözlerini duyunca ne yapacak?

Bakanın, başbakanın, AKP'nin, liberallerin, IMF-AB-ABD'nin ne yapmak istediğini irdeleyebilen çocuk, ister istemez bunlara karşı olacak, sola yanaşacak. İrdeleme yapmayan, irdeleme yapması engellenen çocuk ya tarafsız olduğunu sanacak ya da sola saldıracak.