Korkudan!

Herhalde en doğal insancıl duyguların başında “korku” geliyor. İçgüdüsel bir duygu olarak herkesin, farklı niteliklerde bazı “korku”ları oluyor. Korkunun niteliği de, insandan insana değişiyor. Örneğin bilişsel ve duyuşsal gelişim göstermiş vicdan sahibi insanlar ile bilgisiz ve vicdansız insanların korkuları farklı olabiliyor.

Vicdan sahibi olanlar ve aydınlanmış insanlar, kendilerine bir zarar gelmesinden korktukları kadar başkalarına da bir zarar gelmesinden korkuyorlar. Genelde, bırakın bir insanı öldürmeyi, onu yaralamaktan, ona kırıcı bir söz söylemekten ve onu sömürmekten bile kaçınıyorlar. Bu tür korku ve kaçınmalar artıkça insanın daha da insancıllaştığı görülüyor.

Bilişsel ve duyuşsal gelişim gösterememişler ise, vicdan sahibi ve aydınlanmış insanlara göre, çok daha atak, olabiliyor. Bu tür insanlar, Nataşaların Karadeniz illerine gelmeye başladığı yıllarda, onlarda hastalık olabileceği uyarısına karşın kimilerinin, “Biz Türk’üz bize bir şey olmaz” demeleri gibi, hiçbir şeyden korkmazmış görüntüsü verebiliyor. Bu tür insanlar, insanın malına da, canına da gözünü kırpmadan zarar verebiliyorlar. Toplumun, amiyane tabirle “Anasını bile satar” dediği insanlar, genelde birkaç misli “kâr” etmek için her şeyi yapabilecek kişiler oluyor.

Bilişsel ve duyuşsal gelişim gösterememişlerin, aydınlanamamış ve vicdan sahibi olamamışların başında emek-duygu sömürücüleri, diktatörler ve radikal dinciler geliyor.

İlginçtir, sömürgenler, diktatörler ve radikal dinciler, bir yandan ortalama insandan çok daha korkusuzmuş gibi görünüyorlar. Öte yandan da, müthiş bir korku dünyası içinde yaşıyorlar. Sömürgenlerin, diktatörlerin ve radikal dincilerin, en çok korktukları şey, özgür ve bilinçli insan oluyor. Bu korkuyu yaşayanlar, insanın bilişsel, devinimsel ve duyuşsal gelişiminden de hoşlanmıyorlar, vicdan sahibi olmalarından da.

Sömürgenler, diktatörler ve radikal dinciler, insanın özgürleşip bilinçlenmesini engellemek için, korkularını bastırmak için, her yolu deniyorlar.

Bu insanlar okuyan, düşünen, soran, eleştiren öğrencilerden/gençlerden nefret ediyorlar. Bir yandan onları kışkırtıp suça itiyorlar. Öte yandan da olmadık davranışları terörle ilişkilendirip onlar hakkında yıllarca hapis cezaları isteyip tutukluyorlar.

Kitap yasaklamak, heykele tükürmek, resim yırtmak, sansür, bu tür korkuları bastırmanın en hafif yolu oluyor. Korkularını bastırmanın bir başka yolu, toplumda, “telefonum dinleniyor” ya da “karşı gösteriye katılırsam, bir şeyleri eleştirirsem başıma kim bilir neler gelir” korkusunu yaratmaktan geçiyor. Yaratılan ve kuzuların sessizliğine büründürülen “Korku toplumu” onların en büyük cesaret kaynağı oluyor.

Korku toplumu, sessiz toplum yaratırken işi güvence altına almak, çocukların özgürleşmesini, bilişsel, devinimsel ve duyuşsal gelişimlerini engellemek gerekiyor. Bu nedenle eğitim sistemine el atıyorlar. Önce sanat, müzik, resim, felsefe ve sosyoloji gibi dersleri kaldırarak ya da ders saatlerini azaltarak işe başlıyorlar. Bunlar yetmeyince, okulları ortaçağ okullarına dönüştürüyorlar. Okullarda, bilişsel, devinimsel ve duyuşsal gelişim gösterecek öğrenci yetiştirmek yerine gerici, girişimci ve rekabetçi öğrenci yetiştirmeye soyunuyorlar. Kızlarla kadınların hem türbana hem de eve kapanmaları için her yolu deniyorlar.

İlk ve ortaöğretim onları kesmiyor. Tiyatroya el atarak, Diyanet İşleri Başkanlığının fetvalarını öne çıkararak ve her fırsatta bilimselliğe darbe vurarak toplumun bilinçlenmesini engellemeye çalışıyorlar. Medyayı denetim altına alıp toplumun doğru haberlere ulaşmasını önlüyorlar.

Düşünmeyi, irdelemeyi, eleştirmeyi ve gerçeği aramayı engellemek için üniversiteleri ilahiyatçılarla ve cemaatçilerle dolduruyorlar. Üniversiteyi ticari medreseye dönüştürecek taslakları peş-peşe ve süslü-püslü sözcüklerle pazarlıyorlar.

Aydınlanmacı, bilinçli ve vicdanlı muhalif de istemiyorlar. Bu tür muhalifleri ya Balyozla ya da Ergenekon ve KCK gibi davalarla ya tutukluyorlar ya da korkutup edilgenleştiriyorlar.

İnsandan, düşünceden, düşünen insanın çevresini aydınlatmasından korkanlar, örneğin, Turan Dursun ile Bahriye Üçok’u 1990’da, Musa Anter’i 1992’de, Uğur Mumcu’yu 1993 tek tek öldürmekten çekinmiyorlar. Örneğin 1993’te Sivas’ta, 1995’te Gazi’de ve 2011’de Uludere’de insanları topluca öldürebiliyorlar.

Bu tür vahşetin son örnekleri Suriye’de yaşanıyor. Özgürlüklerine sahip çıkıp ABD’nin hegemonyasına karşı duranları hunharca öldürüyorlar. Yetmiyor akademisyenleri öldürüyorlar. Yetmiyor Alevi okuluna saldırıyorlar. Yetmiyor üniversiteye saldırıyorlar.

Neden?

Çünkü özgürlükten korkuyorlar!

Oysa bu tür korkulardan arınmak için, birazcık olsun bilinçlenmek, birazcık olsun vicdan sahibi olmak yetiyor.

[email protected]