İktidar, üniversite ve akademisyen (IV)

Üniversiteleri, devlet olarak imzaladığımız evrensel bildirgelerdeki ifadelerle ulusal yasalar doğrultusunda çalıştırma sorumluluğu, öncelikle YÖK ve sonra da üniversite yönetimlerinindir. 

11 Ocak 2016 tarihinde, “Bu Suça Ortak Olmayacağız” başlığıyla yayımlanan “Barış Bildirisi”, turnusol kağıdı gibi bir işlev görmüş, iktidarın, üniversitelerin ve akademisyenlerin ne kadar “barış” ve/ ya da “ifade özgürlüğü” yanlısı olduğunu ortaya çıkarmıştır. Bu bildiri açıklandığında, Cumhurbaşkanı imzacılara, “Önünde bir profesör, doçent bilmem ne olması kimseyi aydın yapmaz, bunlar kapkaranlık insanlardır. Bunlar zalimdir, alçaktır, çünkü zalimlerle birlikte olanlar zalimdir” (1) diye hakaret edip onları “ihanet” içinde olmakla suçlamıştır. Cumhurbaşkanının bu yaklaşımı üzerine, YÖK, 13 Ocak’ta üniversitelerin imzacılar hakkında soruşturma açmalarını istemiştir. ÜAK da imzacılara saldıran bir açıklama yayımlamıştır. Ardından da imzacılar aleyhine ceza davaları açılmaya başlanmıştır.

Barış bildirisini imzalayanların başına gelenlerin bir benzeri, toplumda “aydınlar dilekçesi” olarak bilinen, “Türkiye’de Demokratik Düzene İlişkin Gözlem ve İstekler” başlıklı dilekçeyi imzalayıp 15 Mayıs 1984 günü 12 Eylül darbesi lideri devlet başkanı Kenan Evren’e iletenlerin de başına gelmiştir. Evren, imzacıları kastederek, “Son padişah Vahdettin aydındır. Ama memleketi düşmanlara teslim etti. Ne yapayım öyle aydını ... Biz çok aydınlar gördük vatan hainliği yaptılar. Ben ne yapayım öyle aydını” demiştir. İmzacılar hakkında soruşturma tutuklamalar başlatılmış, 18 ay sonunda imzacılar beraat etmiştir. Aydınlar dilekçesini hazırlayanların öncülerinden Aziz Nesin, Evren’e verdiği yanıtta, “Devlet Başkanı ... anayasal hakkımızı kullanarak dilekçe verdiğimiz için vatan hainliği ile suçladığı bizleri Vahdettin’e benzetiyor. … Bir arkadaşımızın dediği gibi, Vahdettin’in aydın olup olmadığı tartışılabilir, ama devlet başkanı olduğu kesindir” yanıtını vermiştir. 

Bazı akademisyenler, barış bildirisinin ifade özgürlüğü olduğunu savunup hükümetin ve YÖK’ün tepkisini “yanlış ve kaygı verici” bulduklarını belirten ayrı bir bildiri yayımlarken, bazı akademisyenler de, imzacıları suçlayan bir bildiri yayımlamışlardır. “Bu Suça Ortak Olmayacağız” deyip açıklamak ifade özgürlüğü olduğu gibi, bu barış bildirisini beğenmemek, karşı çıkıp eleştirmek de tabii ki bir haktır. Ancak bir mahkeme kararı olmadan bildiriyi imzalayanların suçlularmış gibi muamele görmeleri bir başka durumdur. İmzacıları suçlayanlar, barış bildirisindeki iktidar eleştirisini, bildiride o yönde bir ifade olmasa da, “teröre destek” olarak nitelemişlerdir. Oysa Türkiye’de iktidarı eleştirdikleri için suçlanıp mahkum olanlardan AİHM’ye başvuranların hemen hepsi, hem beraat etmiş hem de devletten tazminat almıştır. Çünkü AİHM, iktidarın şiddetle eleştirilmesini, içinde şiddeti destekleyen ifadeler yoksa “ifade özgürlüğü” olarak kabul etmektedir. Dolayısıyla AİHM’nin bu tutumunu bilip de imzacılara saldıranlar bir bakıma 2016’nın ilk aylarında, ifade özgürlüğü ve barış konularında sınıfta kalmışlardır.

Anayasa Mahkemesi (AYM), açılan ceza davaları sonucunda mahkum edilen barış bildirisini imzalayan bir akademisyenin başvurusu üzerine, barış bildirisinin “ifade özgürlüğü” olduğunu belirtip mahkumiyetin hak ihlali olduğuna karar vermiştir. AYM’nin kararını beğenmeyen iktidar, yandaşlarından bu karara karşı çıkmalarını istemesi üzerine, akademisyen unvanlı 1071 kişi (sonradan bazı imzacılar kendilerinin haberi olmadan adlarının yazıldığını bildirmişlerdir) karşı bildiri yayımlamıştır. Bu karşı bildirinin istenilen etkiyi yaratmaması üzerine, YÖK üniversitelerden karşı görüş açıklamalarını istemiş, Ağrı İbrahim Çeçen, Yıldız Teknik, İstanbul Teknik, Gazi, Anadolu ve Dokuz Eylül üniversiteleri gibi bazı üniversiteler de hemen bu isteğe uymuştur. Bu durum, iktidarın, YÖK ile bazı üniversite ve akademisyenlerin, barış ve ifade özgürlüğü konusunda ikinci kez sınıfta kaldıklarını göstermektedir.

15 Temmuz 2016 tarihli darbe girişimi sonrasında da, iktidarla üniversitelerin ne kadar insan haklarına saygılı oldukları belirginleşmiştir. Barış bildirisini imzalayan akademisyenlerden 400 kadarı ile Fetöcü olarak damgalanan 5.700 kadar akademisyen, herhangi bir yargı kararı olmadan OHAL KHK’leri ile üniversitelerden/meslekten çıkarılmışlardır. Bu insan haklarına aykırı sürecin bir sorumlusu, üniversitelerden ilgililerin adlarını isteyen YÖK’tür. Bu sürecin bir başka sorumlusu da, YÖK’ün isteği üzerine, imzacılarla Fetöcü dediklerinin adlarını YÖK’e bildiren rektörlerdir. Bu olayda da, YÖK ve bazı üniversitelerin yönetimleri insan hakları konusunda sınıfta kalmıştır.

YÖK başkanı Saraç, ‘Vakıf Yükseköğretim Kurumları 2018’ adlı raporun ‘Sunuş’ sayfasında “Dinimizin yüce kitabı Kuran-ı Kerim’in pek çok ayeti ve Peygamber Efendimizin pek çok hadis-i şerifi iyilik yapmaya, kalıcı hayrât bırakmaya, insanın kendisinden sonra topluma hayrı ve yararı devam edecek iyilik müesseseleri kurmaya davet etmektedir” (2) demektedir. YÖK’ün, 15 Temmuz darbe girişiminin 2. yılı nedeniyle çıkardığı kitapta yer verilen konferanslar/panellerin bir bölümü şu başlıkları taşımaktadır: “Peygamber Efendimizin Örnek Hayatı; Dini Değerlerin İstismarı ve İstismar Hareketlerine Göre Müslümanın Duruşu; Değerlerimiz; Özgürlük, Vatan, Millet, Bayrak, Ezan, Sala, Şehitlik.” (3) Mardin Artuklu Üniversitesi Rektörü “En iyi tedavi ruhi tedavi ve namazdır” (4) demiştir. Bir tıp fakültesi, kalp ameliyatlarıyla ilgili bir makaleyi, “Evrim teorisi ve evrimsel argüman çok fazla kullanılmış, sıkıntı yaşarız” gerekçesiyle reddetmiştir (5). Sağlık Bilimleri Üniversitesi rektörü, “Helal olmayan katkıları içeren ilaçların inançları tehdit ettiğini” söylemiştir. Bir dekan, “'Biyoloji kitaplarında ateizm öğretiliyor” (6) diyerek açıklama yapmıştır. Psikiyatri profesörü olan bir rektör, kansere yenik düşen Neslican için, “Neslican Tay kızımız çok çile çekti ama ümidini kaybetmedi, Ölümle yüzleşebilseydi, ölüm bilinci ne sahip olsaydı, seküler dünyanın dünyasallaşma rüzgarına kapılmasaydı, dinlerin hayata anlam katma ve teselli gücünden faydalanabilseydi hastalığı düşman gibi görmezdi” (7) demiştir. Bu örnek açıklamalar da, YÖK ile en azından bazı üniversite yönetimlerinin barış ve ifade özgürlüğü anlayışından olduğu gibi evrensel bildirgelerde öne çıkan bilimsel anlayış konusunda da uzak sınıfta kalmışlardır.  

Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi eski dekanı Yeni Şafak yazarı da, Neslican Tay’ın ölümü hakkında, “Yok olmaya doğru akan bedenini sosyal medyada yeniden ikame ederek kurtarmaya çalıştı” demiştir. Rektörle eski dekanın sözleri ise, aynı zamanda bazı akademisyenlerin insanlıktan da sınıfta kaldıklarını göstermektedir. 

Son yıllarda, temel besin maddeleri bile ithal ediliyor. Kadın cinayetleri, çocuk istismarı, çocuk yaşta evlendirmeler ve işsizlik tavan yapmış bulunuyor. Eğitim tarikatlarla Diyanetin insafına terk ediliyor. Göllerimiz bir bir kuruyor. Hemen her gün Suriye’nin orasına burasına girileceği konuşuluyor. Üç kuruşluk altın ya da maden için ormanlarımız talan ediliyor. Kaz Dağları’nı talan eden yabancı şirketlerin memleketi dahil dünyanın her yerinden tepkiler geliyor. Taa Amerika’dan bir aktör, "Türkiye'nin antik zamanlardan birçok hikayeyi ve miti barındıran tarihi dağı Kaz Dağları, Kanadalı bir altın çıkarma şirketi tarafından şimdilerde yok ediliyor” diye mesaj atıyor. Ancak bizim üniversitelerimizden tıs çıkmıyor! Evrensel bildirgelerde yer alan, örneğin şu sorumlulukları görmezden/bilmezden geliniyor: 

  • On sekiz yaşına kadar her insan çocuk sayılır.
  • Yükseköğretim barış ve refah ile cinsiyet eşitliğini de içeren insan haklarının gerçekleşmesine katkıda bulunacak olan eleştirel düşünmeyi ve aktif vatandaşlığı teşvik etmelidir. 
  • Yoksulluk, açlık, cahillik, sosyal dışlanma, uluslararası ve ulusal alandaki eşitsizliklerin artması gibi küresel, bölgesel ve yerel sorunların çözümünde aktif olarak yer almak. 
  • Yükseköğretim, toplumu küresel sorunlar, gıda güvenliği, iklim değişimi, su yönetimi, kültürler arası diyalog, yenilenebilir enerji ve halk sağlığı gibi alanlarda küresel anlamda bilinçlendirmede öncü bir role sahip olmalıdır.

İktidar partisinin Genel Başkanı YÖK üyeleri ile rektörleri bizzat seçip atıyor. Üniversite yönetiminin önemli bir parçası olan dekanları da YÖK seçiyor. Çağdaş evrensel değerlere iktidar uymadığında, iktidarın taşeronu durumunda olan YÖK ve üniversitelerin uyması da beklenmiyor. Yine de, YÖK üyeleri ile üniversite yönetimleri (şimdilik) akademisyenlerden oluştuğundan, bu akademisyenlerin mesleklerini yadsımaları hiç de hoş olmuyor. Ne yazık ki, üniversitelerde çalışan ve yönetimin dışında kalan ve ülkedeki gelişmelerden rahatsız olan akademisyenler ise, ifade özgürlüğü olmadığı için düşüncelerini açıklamaktan kaçınıyor. 

Üniversitelerimizin birer “üniversite” olabilmesi için öncelikle barış, ifade özgürlüğü ve bilimsellik gibi evrensel değerlere sahip partilerin iktidar olması ve akademisyenlerin de birer akademisyen gibi davranması gerekiyor. 

[email protected]


1) https://www.cnnturk.com/turkiye/erdogandan-akademisyenlere-tepki-bunlar-....

2) YÖK (2018). Vakıf Yükseköğretim Kurumları 2018, http://yok.gov.tr/yok-ten-vakif-yuksekogretim-kurumlari-2018-raporu. 

3) YÖK (2018a). 15 Temmuz ve Türk Yükseköğretimi, http://yok.gov.tr/15-temmuz-ve-turk-yuksekogretimi. 

4) https://www.birgun.net/haber-detay/erdogan-in-temsilcisi-rektorden-incil...

5) https://odatv.com/evrimsel-arguman-cok-fazla-sikinti-yasariz-2407171200....

6) http://www.cumhuriyet.com.tr/video/video/789108/Prof._Dr._Hasan_Akan__Bi...

7) https://tr.euronews.com/2019/09/22/rektor-nevzat-tarhanin-neslican-tay-m....