Eğitim fakültelerinin sorumluluğu I

Anlaşıldığı kadarıyla YÖK’ün üniversitelerdeki kadrolaşması her zaman işe(!) yarıyor eğitim ve bilim açısından istenmeyen gelişmelere kolayca işlerlik kazandırılabiliyor. Örneğin YÖK’ün fen-edebiyat ve ilahiyat fakültesi öğrencilerine sertifika programı başlatılması kararı böylesine bir kolaylık içinde alınıyor. Bir bölümü vakıf üniversitelerinden gelen ve önemli bir bölümü “eğitim bilimci” olmayan YÖK tarafından seçilip atanmış dekanlar, YÖK’ün bu sertifika programına, bir-iki “eğitimci” dekanın tüm uyarılarına karşılık onay veriyor.

YÖK’ün sertifika açma kararı, pek çok olumsuzluğa kapı açıyor. Bu arada, eğitim fakültelerine asal sorumluluklarını anımsama, 1997 yılında kaçırdıkları “fakülte” olma, eğitim bilimlerine ve bir ihtisas mesleği olan öğretmenliğe sahip çıkma fırsatı da veriyor.

Ancak bu konuların yeterince açıklığa kavuşabilmesi için, öğretmen yetiştirme tarihimize, pek çok insan biliyor olsa da, kısaca değinmek gerekiyor.

Tarihsel Gelişim
Osmanlı, batı ülkelerine göre gecikmeli olsa da, öğretmenliğin herkesin yapabileceği bir meslek olmadığı ve özel olarak yetiştirilmesi gerektiği düşüncesini benimsiyor. 16 Mart 1848 tarihinde ortaokullara öğretmen yetiştirecek bir okul açıyor. Bunu, 1868’de ilkokullara ve 1877’de de liselere öğretmen yetiştirecek okulların açılması izliyor.

Bu süreçte daha 1800’lerin ortalarında öğretmenliği bir meslek olarak gören Ahmet Cevdet Paşa (1822-1895)’nın özel bir yeri bulunuyor. Emrullah Efendi (1858-1914), 1909’da eğitim bakanı olarak örgüte gönderdiği bir genelgede, “Eğitim ve öğretim görevlisi olarak ülkede ender bir görev yapmaktasınız. Geleceğin esenliğinin sağlanması ve meşrutiyetin yükselmesi için yurt çocuklarının, ahlaki ve zihni eğitimle meşrutiyete uygun bir biçimde yetiştirilmesi gerekir” diyor. Aynı yıllarda bir başka eğitimci Satı Bey (1880-1968), öğretmenliğin her şeyden önce eğitimcilik olduğunu, herkesin öğretmenlik yapamayacağını ve bu gerçeğin anlaşılmamış olmasının eğitimimizin en büyük yarası olduğunu belirtiyor.

Cumhuriyetin kuruluşundan sonra da, öğretmen yetiştirecek okulların açılmasına devam edilmiştir. Konya’dan Ankara’ya taşınan ve sonradan Gazi Eğitim Enstitüsü olarak ünlenen orta öğretmen okulunda öğretmen eğitimiyle ilgili eğitimcileri yetiştirecek pedagoji bölümünün de açılması, öğretmen yetiştirme sürecine nitelik kandırmıştır. Hemen arkasından (1940’ta) köy enstitüleri kurulup öğretmen yetiştirme konusunda tarihe damgasını vuran bir deneyim de yaşanmıştır.

Bu okullarda, cumhuriyetin istediği “fikri hür, vicdanı hür ve irfanı hür” gençleri yetiştirecek öğretmenin eğitilmesine çalışılmıştır. Bu okulların mezunlarının çoğu 1960’ların Türkiye Öğretmenler Sendikası (TÖS) ile TÖS’ün 12 Mart 1971 yönetimince kapatılması üzerine kurulan Tüm Öğretmenler Birleşme ve Dayanışma Derneği (TÖB-DER) üyeleridir. Bu öğretmenler içinde, halkçı ve ilerici oldukları için, 1950’lerde askerde çavuş çıkarılanlar ve emekli olana değin o okuldan bu okula sürülenler çoktur. Bu öğretmenler, 1968 ve 1978 üniversite gençliğini yetiştiren, hakça bir düzen kurulmasını savunan ve her türlü sömürüye karşı çıkan, toplumun “Ah! Nerede o eski öğretmenler?” dediği öğretmenlerdir.
Bu okullarda kazanılan deneyim, öğretmen yetiştirmede alan bilgisinden çok, öğretmenlik formasyonu ile öğretmenlik ve eğitimcilik kültürünü de içeren genel kültürün önemini ortaya çıkarmıştır. Öğretmen okullarında edinilen genel kültür, öğretmen adayına, insan sevgisi ve yurt sevgisini kazandırmış öğretmenliği sevdirmiş onlara görev ve sorumluluk bilinci vermiştir.

Bu deneyim ve bilgi birikimi nedeniyle, 1973 yılında kabul edilen 1739 Sayılı Milli Eğitim Temel Kanunu’nda öğretmenlik mesleğinin, “eğitim, öğretim ve bununla ilgili yönetim görevlerini üzerine alan özel bir ihtisas mesleği” olduğu ve bu ihtisasın “genel kültür, özel alan bilgisi ve pedagojik formasyonla” kazanılacağı ifadeleri yer almıştır.

Bu yasa kabul edilmiş olsa da, özellikle Demirel’in başbakanlığı döneminde başlayan öğretmen yetiştiren okullardaki kadrolaşma hareketi ve Demirel’in tutucu kesimleri destekleyip kışkırtması sonucu öğretmen okulları sağ-sol kavgasının odağı haline getirilerek, özlenen öğretmenin yetişmesini sağlayan kültürel ortam, geliştirileceğine yok edilmiştir.

1982 yılında öğretmen yetiştirme görevi üniversiteye devredilmiş ve bazı enstitüler/öğretmen okulları eğitim fakültelerine dönüştürülmüştür. Başka nedenler yanında, genelde YÖK’ün tutumu ve eğitimci olmayan tutucu kişileri dekan yapması nedeniyle, eğitim fakülteleri öğretmen okullarındaki o kültürü bir türlü yakalayamamıştır. Eğitim fakülteleri, eğitim enstitülerinin 5-10 yılda ve köy enstitülerinin de 7 yılda yarattığı havanın, niteliğin, öğretmen sevgisi, görev ve sorumluluk bilincinin … onda birini bile 15 yılda yaratamamıştır.

Bu arada, 1994 yılında başlatılan bakanlık-YÖK ve Dünya Bankası (DB) Öğretmen Yetiştirme Projesi, DB uzmanlarının öncülüğünde yürütülüp ABD’deki Carnegie Forum’un 1986 yılında Amerika’ya önerdiklerine dayanan bir model (DB-YÖK modeli) ile son bulmuştur. Bu süreçte, eğitim enstitüsünden fakülteye dönüştürülmüş olan Gazi Üniversitesi Gazi Eğitim, Marmara Üniversitesi Atatürk Eğitim ve Dokuz Eylül Üniversitesi Buca Eğitim fakültelerinin ilgili kurulları, bu modele karşı olduklarını kamuoyuna açıklamışlardır. Bu açıklamalardan 3-5 gün sonra, eğitim fakültelerini çoğu bu model hakkında henüz bir görüş üretmemişken, YÖK, kamuoyuna bildiri açıklayan fakültelerin dekanları da dahil olmak üzere topladığı eğitim fakültesi dekanlarına, DB-YÖK modelini, 20 Mart 1997 günü onaylatmıştır. 6 Kasım 1997 tarihli bir genelgeyle bu modeli yürürlüğe koymuştur.

(bkz. Öğretmen Yetiştirme Sistemimiz, Ütopya Yayınevi).

DB-YÖK modeline yönelik eleştirilerin bir bölümü şunlardı. 150 yıllık öğretmen yetiştirme birikimi yok sayılıyordu. Rehberlik dışında kalan eğitim bilimleri alanlarındaki lisans programları kapatılıyordu. Eğitim tarihi, eğitim sosyolojisi ve eğitim felsefesi gibi olmazsa olmaz dersler programdan çıkarılıyordu. Öğretmen yetiştirmenin genel kültür boyutu yok sayılıyordu. Eğitim fakültesi dışında öğretmen yetiştirilmesi yolu açılıyordu: Açıköğretim Fakültesi’nde, okulöncesi eğitim ve İngilizce öğretmenliği ile ilahiyat fakültelerinde de din kültürü ve ahlak bilgisi öğretmeni yetiştirilmesine başlanıyordu. İlahiyatta yetişecek öğretmenlere, ilköğretimde Türkçe ya da sosyal bilgiler öğretmeni olma hakkı da veriliyordu. Var olan sertifika programları yerine, daha zayıf programlarla okulöncesi, sınıf öğretmenliği ve İngilizce öğretmenliği alanlarında yeni sertifika programları ile 1,5 yıllık tezsiz yüksek lisans öğretmenlik programları getiriliyordu.

Kısaca DB-YÖK modeli, fakültelerin karşı karşıya olduğu sorunlara çözüm getirmiyor ve öğretmenliği bir ihtisas mesleği olmaktan çıkarıp teknisyenliğe dönüştürüyordu ve eğitim fakültelerinin geleceğini karartıyordu.

Ne yazık ki, modele karşı eleştiriler desteksiz kalmış ve eğitim fakültelerinin “eğitimci” olan elemanların çoğunluğu “ihtisasa, eğitime ve eğitim fakültelerine” sahip çıkmaya çalışmamışlardı.
[email protected]