Asistan girişimi

“Asistan Girişimi” adıyla bir araya gelen araştırma görevlileri (argörler), yükseköğretimde süreli olarak çalıştırılan öğretim elemanlarının sürekli istihdam edilmeleri (iş güvencesine kavuşturulmaları) için 4 Mayıs 2007 günü bir imza kampanyası başlattılar. Kampanya 2547 sayılı Yükseköğretim Yasasının kabul edildiği ay olan Kasım’a kadar sürecek. Kutlanacak bir girişim, yerden göğe kadar haklılar; yükseköğretimde çalışanların en genç ve en dinamik kesimine yakışan bir hareket.

2547 sayılı yasa, her alanda olduğu gibi istihdam konusunda da tuzaklarla dolu bir yasa. Öğretim elemanlarını, öğretim üyeleri, öğretim görevlileri, okutmanlar ve öğretim yardımcıları olarak dörde ayırıyor. Profesör, doçent ve yardımcı doçent (yardoç) öğretim üyesi oluyor. Öğretim üyeleri ve görevlileri ile okutmanlar ders verebiliyor. Öğretim yardımcıları ise argörler, uzmanlar, çeviriciler ve eğitim-öğretim planlamacılarından oluşuyor. Görüldüğü gibi öğretmenlerin rütbelenmesinden çok öncesinde akademisyenler sınıflandırılmış durumda. Hoş bu sınıflamanın çoğu tarihsel süreçte oluşmuş olsa da, yardoç ve (asistan yerine getirilen) argör unvanları 12 Eylül yönetiminin getirdiği 2547 sayılı yasanın bir hediyesi. 

Yasaya göre, doçent ya da profesör kadrosuna atanan göreceli olarak iş güvencesine kavuşuyor. Diğer öğretim elemanları belirli sürelerde istihdam ediliyor. Yardoçlar 2 ya da 3 yıl; öğretim görevlileri 2 yıl; argörler, 33. maddeden atanırlarsa 3 yıl, 50. maddeden atanırlarsa 1 yıl süreyle görevlendiriliyor. Argörlere ve onlardan yararlanan akademisyenlere (herhalde) eziyet olsun diye, üniversitelerin çoğu son yıllarda 33. maddeyi kullanarak argör ataması yapmıyor. 50. maddeden ancak lisansüstü öğrenim görenler argör olabiliyor ve lisansüstü çalışmaları bittiğinde argörlerin görevine son veriliyor. Diğer süreli atamalarda, süre bitiminde yeniden atama yapılabiliyor. Teamüller gereği sözleşmesi bir kez yenilen kişinin iş güvencesine kavuşmuş olduğu söyleniyor. Oysa, pek çok öğretim görevlisi ve argör, yıllarca çalıştıktan sonra, o alanda çalışacak elemanlara gereksinim olduğu halde, yönetici bir nedenle istemediğinde sözleşmesi uzatılmayarak birden kendini sokakta bulabiliyor. Örneğin, salt özlük haklarına sahip çıktıkları için Boğaziçi Üniversitesi, 1998 yılında dekan istedi diye (tabii ki gerekli formaliteleri yerine getirerek!) 5 argörün işine son vermiş (sözleşmelerini yenilememiş) ve akademik geleceklerine set çekmiştir. Bu argörlerin dördü yüksek lisans bir tanesi de doktora öğrencisidir. Muğla Üniversitesi’nde Kenan Evreni eleştiren yardoçun sözleşmesi yenilenmemiştir. İşin bir acayip yanı, bu tür olayların genellikle kamuoyuna yansımadan yapılması ve zaman zaman yargı organlarından da destek bulmasıdır. 

Yükseköğretim lisans programlarına devam eden öğrenci sayısı 1 milyonu, öğretim elemanı sayısı ise 70 bini buluyor. Öğretim elemanlarının yüzde 25 kadarı prof ve doçentlerden, yüzde 75 kadarı ise süreli olarak çalışan elemanlardan oluşuyor. İstihdam konusunda en büyük haksızlık argörlere karşı yapılıyor. Argörler, bir yanda lisansüstü öğrenim görüyor, ders çalışıyor ve tez hazırlıyor; öte yanda, neredeyse bölümün her işine koşuyor, Anadolu üniversitelerinde herhangi bir ücret almadan öğretim üyesi yerine derse de giriyor. Bir profesöre, öğretmenlik alanlarında 397, fen bilimlerinde 88, tıpta 17 ve ilahiyatta 14 öğrenci düşüyor. Yeterli sayıda öğretim üyesi olmaması ve argör kadrolarının kısıtlanması, argörlerin işini güçleştiriyor. Örneğin, 15 yıl önce bir bölümde 10 argörün yaptığı işi, bugün öğrenci sayısı ikiye katlanmışken ve öğretim elemanı sayısı yüzde 25 artmışken, 5 argör yapıyor. 

Tüm öğretim elemanlarının yüzde 35’ini oluşturan argörler, beklide yükseköğretimdeki toplam iş gücünün yüzde 50’den fazlasını gerçekleştiriyor. Bu hizmetlerin karşılığı, ancak kirayı karşılayabilecek bir ücret ve 1-2 yıl sonra üniversite kapısı dışında bırakılma oluyor. Oysa argörlük, öğretim üyeliğine geçişin ilk basamağıdır; kimileri eleştirse de, usta-çırak ilişkisi içinde bir şeylerin öğrenileceği, akademisyenliği tanıyıp benimsiyorlarsa kendilerini akademisyenliğe hazırlayacakları bir süreçtir. Ancak, sistem buna fırsat vermiyor. Sözleşme tehdidi kişileri sessizleştirmeye ve dinamikliklerini yok etmeye yönelik bir araç oluyor. Bu süreli çalıştırmalar sonunda pek çok yetenek üniversiteye yabancılaştırılıyor ve üniversiteden uzaklaşmak zorunda kalıyor. İşin özünde, sessizleştirme yalnız argörlerle sınırlı değil tabii. 2547 sayılı yasa, diğer bürokratlara vermediği bir yetkiyi rektörlere veriyor: Rektör, istediği elemanı, unvanı ne olursa olsun, bir başka birimde çalıştırabiliyor; bir soruşturma sonunda kişiyi bir başka üniversiteye sürebiliyor; ikinci bir soruşturma sonunda kişi meslekten çıkarılmış sayılabiliyor. 

Yasanın istihdam süreçleri ve yöneticilere verdiği yetkiler, üniversitenin üniversiteleşmesini engellediği gibi, insan haklarını da ihlal ediyor, son yıllarda anamalcı sömürünün yeni sömürü yöntemi olan esnek istihdam anlayışının yaygınlaşmasını da kolaylaştırıyor. İş güvencesini öne çıkarmak yerine kimi eski rektörler, TÜSİAD’a hazırladıkları raporlarda, tüm elemanların sözleşmeli olarak çalıştırılmasını önerebiliyor. Bu durumda, asistan girişimine yalnız öğretim yardımcılarının değil, tüm öğretim elemanlarının ve de emeğe saygı duyan her duyarlı insanın destek vermesi gerekiyor ve bekleniyor.