Dinselleşen Türkiye’de Kürt siyaseti

Tabiatın kanunudur. Akıntıya direnemeyen her şey bir vesile savrulur.

Dinselleşen Türkiye’de ve böylesi bir iklimde seküler ve ilerici bir hattı savunmayan her özne geriye düşecek, savrulacaktır.

1990’lı yıllarla birlikte, dağılan reel sosyalizm deneyimi, belki de en çok eksikliğini Ortadoğu’da hissettirdi. Zira emperyalizmin de en çok el attığı bölgelerden biriydi burası.

Kürt Siyasi Hareketi (KSH) SSCB’nin dağılmasının hemen akabinde bir dizi iç tartışmayla kimi programatik değişiklikler yaptı ve yol haritasını yeniden güncelledi. 

Sermayedarlar Ortadoğu’da söz söyleyen öznelerden sermayeyle uyumlu, İslamcılıkla ılımlı, ABD ile barışık bir hat beklentisini açıkça dile getiriyordu.

KSH (programatik olarak) çıkışı itibariyle ilerici ve yurtsever hatta oturmuş, emekçi ve seküler bir tavrı örgütlemiştir.

1960’larda Türkiye’de sosyalist hareketlerle temas kurmuş kişilerin omuzladığı bu hareket zamanla dinci gericilikle mücadelede havlu atmış ve “Müslüman Kürtler olmadan olmaz” söylemi ortaya çıkmıştır. 

Yola çıkarken heybede olan bu değildir ancak mızrak bir vesile o çuvala sığdırılmıştır. 

Kürt halkının Müslüman olması ile İslamcı olması bir ve aynı şey değildir. Ayrıca bu durum Alevi veya sayısı nazaran daha az olan Ezidi Kürtleri kapsamaktan da uzaktır.  Ulusal bir hareketin mezhepsel ya da dini referanslarla alan genişletmesi mümkün değildir ve başka bir tuhaflıktır.

Evet, Kürt halkı Müslümanların ağırlığını oluşturduğu bir halk ama Kürt halkının içinde ekmeğini alın teriyle kazanmak zorunda olanların sayısı Müslüman olanlardan daha fazladır. Ve fakat emekçi Kürtlerin yerine Müslüman Kürtler referansıyla siyaset yapıyorsanız bu alandaki iki tehlikeyi de göze alacaksınız demektir.

Bunun ilki bu alandaki sürekliliktir. En başta bu alanda zaten KSH’den önce yer tutmuş, devletle ilişkileri gelişkin ve görece meşru olan özneler mevcuttu. Hizbulkontra ya da farklı Kürt tarikatları ve cemaatleri burada zaten deneyim biriktirmişti. Müslümanlık başlığında çok öncesinde “Türkiyelileşmiş” olan dinci gerici örgütlenmeler bugün bu başlıkta konuşulan pek çok örneğin ilk deneyimleyenleriydi.

Örnek olsun sivil Cuma namazları. Bir dönem KSH’nin örgütlediği sivil Cuma namazları şapkadan çıkan bir tavşan değildi. Zaten İstanbul’da, Konya’da Adıyaman’da tarikatlar devletin camisinde namaz kılmama motivasyonu ile yıllar önce sivil Cuma namazları örgütlüyordu. Hatırlarsınız camilerden çalınan halılarla kendi sivil mescitlerini açan tarikatları. 

Kısaca bu alanda deneyimli ve yeterli değildi KSH. Çünkü heybesinde yola çıkarken İslamcılık değil ilericilik vardı. Olmuyordu, eğreti duruyordu DTP mitinglerinde ellerinde Kur ’an ’la sokağa çıkan mollalar. 

Ne yapılacaktı o zaman? En kolay çözüm bu cenahtan yapılacak transferlerdi. Hüda Kaya, Altan Tan ya da bu iklimin Kürdistani temsilcisi Adem Özcaner gibi isimlerle sürdürüldü bu tavır.

İkinci göze alınan şey ise geleneğinizdeki ilerici ve yurtsever figürlerle köprüleri yıkmaktır. 

Ne mi çıkar bundan? 

Marksist şair Cegerxwîn adına yaptırdığınız kültür merkezinde Demokratik İslam Konferansları düzenlersiniz, Musa Anter Gazetecilik ödüllerini ilerici olmayan adayları verirsiniz, Şeyh Sait’in torunlarıyla sırf Kürt oldukları için iş birliği yaparsınız veya Yılmaz Güney sizin için sinema ödüllerinden başka bir şey ifade etmez. 

Medine sözleşmesi, Eşme Ruhu da tuzu biberi olur.

Geçtiğimiz gün bölgede direnen gençlerden bir tanesi Özgür Gündem’e verdiği röportajda “Vietnam gibi ve Medine gibi direneceğiz” diyordu.

Kusura bakmayın ama bu süreç iki farklı rotaya kanat çırpamaz. Eşyanın tabiatına aykırı…

Ya özgürlüğe ya da dinselleşmeye konmak zorundadır.

Dinselleşmenin de muhatabının ve söz sahibinin kim olduğu belli. 2002’den bu yana AKP’nin geri adım atmadığı tek konu dinselleşmedir. Diğer pek çok konuda soğuttular, beklettiler ya da yer yer geri adım attılar.
Ancak meclisteki sözde muhalif partilerin de her seferinde desteğini alarak pek çok başlıkta dinselleşen bir Türkiye yaratan AKP ve bu iklimde siyaset yapan KSH geriye şükreden ve sabreden bir halk bırakmıştır.

Sur’da devlet sûra üfleyip bir cehennemi yaratırken, insanların evleri yıkılırken, Dicle Kent’tekilerin nargilelerini üfleyerek aynı savaşı televizyonlarda seyretmesini bir de bu şükür-sabır denkleminden düşünmeli.

Dinselleşen bu iklimde ilericilikten ve aydınlanmacılıktan başka bir çıkış yolu yok. Bu işin kolayına kaçmak da yok.