Siyasal İslamcının mumu yatsıya kadar…

“Dikine”, benim de içinde olduğum, yazdığım bir dinler tarihi sitesiydi. Yayınını birkaç yıl boyunca kesintisiz sürdürdü. Benim “Din ve Devrim” kitabı biraz da o site için yapılmış çalışmaların getirisidir. Yazan arkadaşlar Marksist ama ilgi alanı dinler tarihi olunca yazıların ucu mecburen inanç alanına da giriyor ve zorunlu olarak o konularda da yazı üretiyoruz. Bu nedenle ülke ortalamasına göre biraz “tuhaf” bir platformdu Dikine. Zaten sadece tuhaf insanların ilgisini çekebildi.  

Bir gün siteyi birlikte hazırladığımız arkadaşlar bir İslamcı çevrenin Dikine yazarlarıyla tanışmak, görüşmek istediğini haber verdi. Bizim için de ilginçti bu istek. Uzun yıllardır bu tür dergilerde yazarım, ilk defa bir İslamcı gurubun ilgisine maruz kalıyorduk. Süleymaniye’de İslamcı çevrelerin teşrik-i mesai yaptığı her halinden belli bir çay bahçesinde toplandık. Arkadaşlar İslamcı ama mazlumların yanında olmak gibi o çevre için biraz tuhaf bir fikir geliştirmişler. Daha “antikapitalist Müslümanlar” falan ortalıkta yok. Alışık değiliz bu durumlara. E biz zaten “mazlumseveriz”, kafa kafaya vermeye ne engel var? Kelimesi kelimesine böyle dedi lider pozisyonundaki İslamcı arkadaş.

O sırada “Haber 10” adında muhalif bir site yapıyorlardı. Baktım, içlerinde soldan gelen bir takım insanlar var. Muhalifler mi? İlk bakışta evet. Ama arada, Muhsin Yazıcıoğlu’na ermiş muamelesi yapan yazılar da yer alıyor. Defosuz İslamcı olur mu? Sohbet iyi, fakat aramızda derin “ontolojik” bir uçurum var. Her şeyi görmezden gelsek onu görmezden gelmemiz zor. Dilimin döndüğünce anlattım. Yarın, hemen işçi sınıfı için, mazlumlar için cepheye koşup savaşacaksak sorun yok, tartışmayabiliriz. Ama kahretsin, cephede değiliz işte! Ontolojik meseleler de öyle buzdolabına kaldırılabilecek cinsten değil. Tartışmaya karar verdik. Üç yazı sonra tartışma da, muhabbet de sonsuza kadar bitti. Dil mecburen ontolojik meselelere gidiyordu ve İslamcılığın o bölgesi çok derin bir biçimde çürüktü. Din hangi mazlumu zaliminden kurtarabilmiş ki? Musa mazlumları çağırdığında gelenler Amon’un kullarıydı. İsa çağırdığında toplananlar Yahwe’nin kulları. Böyle gider bu. Din mazlumların yarasına sürülmüş bir basit, etkisiz merhemdir. Ne yarayı iyileştirir, ne kanamasını durdurur.

Olmadı nitekim. Bizim sola çalan dinci gurubumuzun en önemli şahsiyetinin TRT’den belgesel işi almaya başladığını duyduk. O saat bitti İslamcının dinin çubuğunu mazlumdan yana bükme çabası. Sonra sitesi sıkı bir reis savunucusu oldu, zalimin safına geçti.

xxx

Açılımı Halkın Sesi Partisi. Kısası HAS Parti. “Halkın sesi”ni nasıl “has” olarak kısalttılar bilmiyorum. “Adalet ve Kalkınmayı” “ak” yapmak gibi bir şeydir belki. Belki de üyelerine has.tir çekmeye başından niyetliydiler, kim bilir? Partiyi ve adını bir tür Levent Kırca parodisine benzetmişti bir arkadaşım. Zaten ismi de buna cevaz vermekteydi. Has’ı, hasss… diye uzattınız mı tamam. Erbakan’ın bakiyesine gönderme yapıp “Halkın Saadet Partisi” diyen de vardı ki, en doğrusu budur sanırım.

Lideri Numan Kurtulmuş’tu, şimdi AKP’nin önemli bir şahsiyeti. Mehmet Bekaroğlu önemli isimlerindendi, şimdi CHP’nin önemli bir şahsiyeti. “Halkın sesi” olma niyetiyle kurulan Has Parti de AKP’ye katılıp kendini feshetti. Neye niyet, neye kısmet?

Marşı da vardı şimdi kimse hatırlamaz. Şöyle bir şey:

“Zalimlerin ensesinde yoksulların nefesi

Kursaklarında kalacak Karunların hevesi

Yeri göğü inletecek umudu büyütecek

İktidara gelecek halkın sesi.”

Halkın sesi olmaya niyetlenen ve AKP’yi yerden yere vuran Numan Kurtulmuş AKP’ye katılıp parti sözcüsü oldu. Halkın olmasa bile AKP’nin sesi olmayı başardı.

Parti görünüşe göre dindarlar ve bir takım sosyalistlerden oluşuyordu. Dindar solculuk yapacaktı arkadaşlar. Fakat partideki dindarlar sosyalistleri ortada bırakıp dindar sağcılık yapanlara biat etti. Sosyalistleri açıkta kaldı, dindarları ise iktidara yaklaşıp kariyer planlamasının doruğuna ulaştı.

xxx

Has Parti böyle de AKP farklı mı? Bulabilirseniz hakkında soruşturma açılınca TRT’deki görevinden istifa edip ayrılan Nasuhi Güngör’ün “Yenilikçi Hareket” adlı kitabına bakın. Erbakan’a ihanet ederek yola çıktılar, İsrail’in, ABD’nin kucağına oturarak ilerlediler. Demokrasi şampiyonu olarak başladılar, AB hayranı olarak devam ettiler. Amaçlarına ulaşabilmek için yapamayacakları şey yoktur. Din mi? Hep söylenir, arkadaşlar Allah’a inanır ama güvenmez. “Gömlek değiştirdik”, “inançlara saygılıyız” falan derken çıkardılar gömleği, çektiler şalvarı, cübbeyi, ne görelim karşımızdakiler bildiğin yobaz.

Kavga çıktı sonra aralarında. Bir de baktık hırsızlığın bini bir para İslamcı arkadaşlarda. Soruları çalmışlar, sınavlarda şike yapmışlar, devletin her yerine kendi adamlarını yerleştirmişler. Devletten, öteki Müslümanlardan çaldıklarını evlerine istiflemişler. Deniz aşırı ülkelerde yüklü banka hesapları açmışlar. Hukuku tepelemişler, adaleti arkasından bıçaklamışlar. Ne istedilerse birbirlerine vermişler. Her şey tıkırında giderken içlerinden birinin aklına evi basıp hepsini kendine almak gelmiş. Sonrası toz duman.

Hep böyle başlar ve hep böyle biter. “Altın çağ”ı en kısa dindir İslamiyet. Peygamberden sonra dört halife geliyor. Ancak içlerinde biri, yaşlı Ebubekir eceliyle ölebilmiş. Gerisi Müslümanların darbeleri altında canını teslim etmiş. “Altın çağ”dan geriye kalanlar da Kerbelâ’nın çöllerine yitip gitmiş. Sonrası Muaviye. Bugünkü inancın, zihniyetin kökleri aslında orada. Devleti ele geçir, halkı soymaya başla. Elindeki en etkili silah yalan. Mazlumları böyle kandırdılar, hala böyle kandırıyorlar. Gelenek budur!

xxx

Biz söylesek kızarlar. Camianın önemli kalemlerinden Fehmi Koru söyledi. Darbe Komisyonunda bir üyenin, "İslamcılar'ın söylediklerine güvenilmez mi" sorusuna "Olaylardan ortaya çıkan sonuç ne yazık ki bu" diye cevap verdi. Ne desin? Her şey ortalığa saçıldı 17-25 Aralık sürecinden bu yana. 15 Temmuz tüy dikti. Biz İslamcı iktidar zannediyorduk, yalanın iktidarının karanlık yüzü göründü örtü aralanınca.

xxx

Böylece yine laiklik meselesinin kapısına gelip durmuş oluyoruz.

Kim bu yalanın iktidarına hizmet eden İslamcı? Adı üstünde Siyasal İslamcı. Politik amaçlarını, hırslarını din arkasına gizlenerek yapmaya çalışan modern zamanların tuhaf âdemi. Cami cemaatini kandırarak koyuldu işe. Sonra yoksula, mazluma yardım götüreceğim diye kurduğu dernekler aracılığıyla din kardeşlerini dolandırarak güçlendi. Sonra aralarından tuhaf âdemler türedi. Bebelerin evlenmesine cevaz verdi, hırsızlığı “günah işleme özgürlüğü” olarak açıkladı. Giyimi, kuşamı esasın önüne geçirdi. Böyle böyle dindar ama ahlaksız bir toplum icat edildi ki bir dışardan bakan pişman, bir içinde bulunan.

Laiklikle ilgisi şu. Laiklik aslında İslam’ın siyasal İslamcı tarafından istismarını önlemenin de tek çıkar yolu. Siyasal İslamcılık, laiklikten önce kültürel İslam’ı yok etti. Kendi halinde, tanrısı ile ilişki kurarak huzur bulan dindarların elinden huzuru aldı. Tuhaf bir gerginlik koydu yerine. Düşman etti komşusuna, eşine, dostuna.

Ve bunca kavga dövüşün içinden, davasına sahip çıkan bir tek “delikanlı” İslamcı çıkmadı. Hepsi pişman, hepsi itirafçı, hepsi kandırılmış. Birbirlerini düşürdükleri insanlık dışı durumu dillendirmek yine solcu bir hukukçuya kaldı. Çağdaş Hukukçular Derneği Genel Başkanı Selçuk Kozağaçlı, Ankara Barosu’nun Genel Kurulu’nda yaptığı konuşmada, cezaevindeki işkence ve tecavüz iddialarına değinerek, “Paralel devlet mensubu denilen hâkimlere, savcılara, askerlere, polislere sistematik işkence uygulanıyor. Adliye mescidinde beraber namaz kılanlar, hapishanelerde bu insanlara tecavüz ediyorlar. Bu insanların tırnaklarını söküyorlar emniyette. Kalın bağırsak ameliyatı olmuş insanlar gördüm, makatlarına sokulan eşyalar nedeniyle” dedi.

Açık değil mi? İslamcılar için de artık huzur laiklikte!

xxx

Ne diyebiliriz bunun üstüne? Yalan dolanla iktidar oldular, düşecekler diye ödleri patlıyor şimdi. O korkunun yol açtığı kontrolsüz şiddettir bu.

Ama denildiği gibi gerçek devrimcidir, eninde sonunda kendini gösterecek bir yol bulur. O gün yıkılır yalanın iktidarı.

Siyasal İslamcının mumu yatsıya kadar…