Orhan Gökdemir

Ölçüleri yıktılar, insanı tükettiler, Recep İvedikler çağının tam ortasındayız. İnsan artık bir ölçü olmaktan çıkmıştır.

Ölçüsüz Recepler çağı

Orhan Gökdemir

Sofist, bilgi öğretmeni, Protagoras "İnsan her şeyin ölçüsüdür" demiş vaktiyle. Herkes evrene bakarken o bakışlarını kendisine çevirmiş, insan aklını sorguya çekmiş, onun kendi üzerine düşünmesinin yolunu açmış. Bu aynı zamanda insana kendisine dönme çağrısıdır. İnsana gerçeğe ulaşmakta bir ölçü gerekmektedir çünkü. Eğer başka bir ölçü yoksa, insan için ölçü insanın kendisidir. Ancak bir ölçüyle gerçeğin yolunda ilerlemek mümkündür. Şöyle devam ediyor; “saygıdan ve hukuktan payı olmayan kişiyi devlet için bir salgın hastalık sayıp yok etmeli.” Ölçü insansa, devlette de saygı ve hukuk şarttır. Ölçüyle yola çıkıyoruz.

İlk ölçülerimizden birini borçlu olduğumuz Protagoras çağının zındığıydı. Kitapları toplatılıp yakıldı, idamdan kaçarken can verdi. Ölçülü insan için iklim henüz uygun değildi.

Hıristiyanlık geldi, ölçü arayan o çağı kapattı. Bütün antik felsefenin içinde devindiği pagan inançları suç saydı. Kendine uygun olanları aldı, geri kalanını gericiliğin harlı ateşine fırlattı. Hıristiyan Orta Çağ bir uzun ölçüsüzlükler tarihidir.

İnsanı ölçü haline getirmemiz ancak o çağdan çıkışta mümkün oldu. Protagoras’tan kalan bayrağı Bruno devraldı. Çok yüksek bir egosu ve kendi mükemmelliğine kesin inancı vardı. Hermetik vecize “magnum miraculum est homo”yu, insan büyük bir mucizedir, düstur edinmişti. İnsanı önemsiz ve değersiz bulanlara kızgındı. Kendisini, mucizevi insanın yaşayan bir kanıtı olarak görüyordu.

Tabii bunlar insansız Orta Çağ’a büyük bir reddiyedir. Daha yirmi sekiz yaşındayken, zındıklık şüphesiyle kilise tarafından gözetlenmeye başlandı. Sihirli Mısır dininin Museviliğin ve İseviliğin kararttığı tek gerçek din olduğunu savunuyordu. Kaçtı. Kaçarken inancının gereğini yaptı. Katolik Kilisesi’ni ve Papa’yı iflah olmaz bir zalim olmakla suçladı. Almanya’da “Giordanisti” adında gizli bir örgüt kurdu. İngiltere ve Fransa’da müritler edindi. Avrupa’nın pek çok yerinde, Bruno’nun mesajını taşıyan hoca ve öğrenci hareketliliği ortaya çıkıyordu.

Yakalandı, Venedik’te Engizisyon’a teslim edildi. Beş yıl boyunca sorgusuz hapiste tutuldu. 1600’de yakılarak öldürüldü. Ölürken Orta Çağ karanlığını yırttı. Bruno bir mucizedir.

Aydınlanma tarihimizde, Bruno’dan başlayan, Decart’a, Leibniz’e, Newton’a uzanan bir gelenek, bir örgüt saptayabiliyoruz. Aydınlanmamızı onlara borçluyuz. O aydınlanma insanı aklını kullanmaya çağırıyor, çağrıya uyan insan ayakları üzerine doğruluyor ve yeniden bir ölçü haline geliyordu. Devrime, anayasaya, meclise, halka, insana, cumhuriyete, laikliğe öyle ulaştık. Ölçülü ve kurallı bir medeniyet kurduk. Şimdi yıkılıyor ve bütün ölçüler bütün kurallar ortadan kalkıyor. Emperyalist kapitalizm kuralsız, ölçüsüz ve insansız bir düzen kuruyor.

***

Burada bir Orta Çağ parantezine ihtiyaç var. Orta Çağ tek ölçünün din olması anlamındadır. Dinde ahlak yok, artık bunu pratik olarak da biliyoruz. Din ahlaksız inançtır, ancak ahlakı tahrip ederek kendine yer açabiliyor. Haliyle din çoğaldıkça, inananlar arttıkça, ahlak azalıyor. Ahlak ölçü ise din ölçüsüzlüktür. Ölçüsüzlükte insan yeşeremiyor, dinlerde insan bulamıyoruz. Orada kulluk esastır ve kulda insan yoktur. Orta Çağ kullar çağıdır.

Bunda dinlerin doğduğu koşullara takılı kalmasının da payı var. Marx, “Hıristiyanlığın sosyal ilkeleri, antik köleliği hoş karşılıyor, Orta Çağ toprak köleliğine övgüler düzüyor ve gerektiği zaman, acıyormuş gibi görünerek, proletaryanın baskı altında tutulmasını savunuyor” diyor. İslam da köleliği hoş karşılıyor, çalışmayı ve efendiye bağlılığı kutsuyor, zaman eskitmiş olmasına rağmen rahatça çok eşlilikten ve cariyelikten söz ediyor. Ve tabii acıyormuş gibi görünerek, yoksullar üzerinde baskının eksik edilmemesini savunuyor. Yoksulluk da zenginlik de tanrının bahşettiği şeyler ona göre. Kula kalan kaderine rıza göstermekten ibaret.

Dinler, kararsız, ürkek, durumunu kabullenmiş, boyun eğmiş yoksul insanların bütün acınası niteliklerini göklere çıkarıyor. Yoksullara merhamet gösterilmesini ve sadaka verilmesini tavsiye ediyor. Yoksulluğu ortadan kaldırmak istemiyor, tam tersine, kutsuyor, çürümüş köleci toplumun ahlakını vazediyor.

Protagoras ve Bruno çağlar aşıp çağırıyor haliyle, “aklını kullan, ölçünü kuşan, ölçü sensin, ölçünle sen bir mucizesin” diyor. Ayağa kalkan insanın kurtuluşa yolculuğudur.

***

Peki Marksizm’de ahlak var mı? Bu soruya dine veya felsefeye yaslanmadan cevap vereceksek şöyle diyebiliriz: Ahlak toplumsal gelişmenin bir ürünü. O gelişme ile ortaya çıkar, o gelişme ile birlikte değişime uğrar. Haliyle içinde yeşerdiği toplumlardaki çelişik çıkarlara hizmet eder, onları destekler. O halde ahlak sınıfsaldır. Yerleşik ahlak, burjuva ahlakıdır. Haliyle Tarihi Materyalizm ile ahlaki, dini ya da felsefi ülküler arasında hiçbir benzerlik bulunmaz. Emeğin sömürüsünün ve kurtuluşunun, suç ve onun bedeli ile, günah ve onun kefareti ile ortak hiçbir ortak yanı yoktur. Tarih ne evrensel ahlakın somutlaşmasıdır ne de felsefi antropolojide önceden tasarlanmış bir insan doğasının gittikçe insan cismine bürünmesidir. Marksizm kendini genel, soyut insan tanımlaması üzerine kurmaz, sınıf onun daimi çıkış noktasıdır. Sınıflı toplumun bu gerçekliği, soyut insan üzerinden söylenen her sözü boşa çıkarır. Soyut insanın sınıflı toplumda bir karşılığı yoktur. “İnsan”da sınıflar silikleşir, proletarya görünmez olur ve insan tipik bir burjuva kılığında ete kemiğe bürünür. Alman ideolojisinin eleştirisi, aslında, burjuva felsefesinin icat ettiği bu soyut insanın eleştirisidir. Althusser’in deyişiyle, Marksizm teorik bir anti-hümanizmdir!

Demek ki Marksizm işçi sınıfına dini bir kurtuluş yolu veya ahlaki bir duruş önerisi yapmıyor. Tam tersine, “kurtuluş tarihsel bir olgudur zihinsel bir iş değildir” diyor. Ezilmekten ve sömürülmekten şükrederek, yalvararak kurtulamazsınız. Proletarya, kapitalizmi, onunla birlikte burjuva toplumunu ve ahlakını yıkmadan kurtuluşa erişemez, ölçüsü budur.

Sadede gelelim; burjuva toplumda “insan” soyut haliyle bulunmuyorsa toplumun bütününe teşmil edebileceğimiz bir ortak ahlak da yoktur. İnsan yoksa ahlakı da yoktur, demek istiyorum. Böylece ahlaksız bir inançla ahlaksız bir toplumu birleştiren ortak paydaya ulaşmış oluyoruz; ahlaksızlıkta birleşiyorlar.

***

Bu insansızlığın bir “sanatı” da var. Recep İvedik’e öyle ulaşıyoruz. Nedir Recep İvedik? Saf, soyut lümpenlik. Bir araştırmada, bu tipleme için “lümpenliğin kamusal dili” deniyor. Yerindedir, lümpenlik artık kamusal bir özelliktir. Recep, yok olmakta olan insanın içinden çıkan ilkel varlıktır. Bu varlık bütün ölçülerden azadedir, sınırsız ölçüsüzlük olarak bir yürüyen “sesli tecavüzler” serisi olarak ortaya çıkar. Herkes bu ölçüsüz hayvandan nefret eder ama öte yandan kendisinin de bir ölçüsüz hayvana dönüştüğünü hissetmektedir. Recep İvedik, ele aldığı her durumu itibarsızlaştırır, şeklini ve asaletini bozar, soysuzlaştırır. O, kendi beyanına göre, insan olma peşinde değildir, tam tersine, hayvanlığını meşrulaştırmaktan başka kaygısı yoktur. Haliyle sinik ve kindar olma zorunluluğu var. Korkan korkutur, korkak fırsatını bulduğunda ölçüsüz bir zalim olur. Çünkü korkak için korkudan başka ölçü kalmamıştır. Hakkındaki bir yazıda “aşağılık veya alçak bir kahraman” deniyor ki sanırım zamanımızın kahramanının mütemmim cüzüdür.

Ölçüleri yıktılar, insanı tükettiler, Recep İvedikler çağının tam ortasındayız. İnsan artık bir ölçü olmaktan çıkmıştır. Gazze’de sıkıştırdılar, on binlerle öldürüyorlar. İnsan sayılmadıklarını biliyoruz. Fakat onlar öldürülürken dünyanın geri kalanı da insanlığından arınıyor. Avrupa’da, ABD’de, Ortadoğu’da açık bir insan yetmezliği açığa çıkıyor. 

Ölçüsüz bir dönemdeyiz, ölçüsüzlük insansızlıktır. Ölçüsüzlüğün romanı yazılamaz, insansız roman olmaz çünkü. Ölçüsüzlükte insan Recep İvedik’tir; saf, soyut lümpendir, ilkel bir hayvandır, aşağılık bir kahramandır, yürüyen sesli tecavüzler silsilesidir. Başınızı kaldırıp bakın, ABD’yi yönetene insan diyemeyiz, sarışın bir Recep İvedik’tir. Alman Şansölyesi koltuğunda bir Recep İvedik oturmaktadır. Macron, Fransa’da doğmuş ve Fransız Devrimi’nden nasibini almamış bir Recep İvedik’tir. Birleşik Avrupa’nın başında Recep İvedik özentisi bir Ursula von “plastik” Leğen bulunmaktadır. Bunlar ölçüsünü yitirmiş bir dünyanın ölçüsüdür. Sözde dünyaya kafa tutuyorlar, Marksizm’i revize ediyorlar, sinkaflı yorumlar yapıyorlar, ölçüsüzlüğü ve kuralsızlığı kutsuyorlar. Birbirlerine bakıyorlar ve sadece birbirlerini görüyorlar. 

***

Söyledik tekrarlıyoruz, burjuvazinin güncel terörüdür faşizm. Terörü insanı kapatmak içindir. Son hümanist Stefan Zweig o terörün yarattığı hayal kırıklığı ile intihar etti. İntihar bireysel olarak yapılabilecek en şiddetli protesto biçimidir. İnsanlık onunla bitti.

O günden beri yeni bir ölçü arıyoruz. Ahlaka bakıyoruz, insanlığı saygıya ve hukuka çağırıyoruz. Protagoras’ın dediği gibi sermayeden kaynaklanan bir salgın hastalık yeryüzünü kasıp kavuruyor. İnsanlığı bu hastalıktan kurtulmaya çağırıyoruz. İşte Rodos orada, kalk ayağa, bir mucize olduğunu göster artık.