Orhan Gökdemir

Aydınlanmaya eleştirimiz ışığına değil vazgeçmekte ayak sürüdüğü karanlığınadır. İdealizmden arınmış bir felsefe ve hurafelerden kopmuş bir bilim tarif ediyoruz. Yeni, laik, radikal bir Aydınlanma ve Orta Çağ kalıntılarından arınmış bağımsız bir felsefe istiyoruz. Tartışıyoruz, onu yeniden kurtuluşun kafası olmaya çağırıyoruz. 

'İlim'de bilim olur mu?

Orhan Gökdemir

Bir “Hristiyan felsefesi” var mı? Görünüşe göre var. Hıristiyanlığın ilk ne zaman ortaya çıktığını bilmiyoruz ama bir felsefesi olduğunu biliyoruz. Milattan Sonra 4. yüzyılın ilk çeyreğinde Roma’nın pagan imparatoru Konstantin’in emriyle bir konsey toplandı ve Hıristiyanlık inancını şekillendirdi. Özünde bir İznik İnancıdır. İçindeki mitolojiler de o tarihten sonra ete kemiğe büründü. Doğumunu milat yaptık ama bu dinin peygamberinin Anadolulu Balyanus mu yoksa Nasıralı Jesus mu olduğundan bile emin değiliz.

Bu belirsizlikte felsefe nasıl ortaya çıkıyor? Din kurulduktan sonra ona az çok bir mantık yükleme çabasından. İnançta mantık aranmaz ama topluma yön vermeye kalkışan her inanç az çok mantıklı olmak zorundadır. Hristiyan felsefesi de vahiylerinin yardımıyla bilim ve inancı uzlaştırmak amacıyla ortaya çıktı. İçinde bir oydaşma olmadığını biliyoruz. Augustinus gibi bazı düşünürler bilim ve inanç arasında uyumlu bir ilişki olduğuna inanıyordu ama başka bir bölmesi bunların uyuşmadığı kanısındaydı. Buradayız, bilim ve inanç ayrı ve uyuşmazdır.

Tabii her inancın içinde bir miktar “felsefe” vardır. Hıristiyan felsefesi denilen şey, onun kavram ve fikirleri, antik Yunan felsefesinin bakiyeleridir. Cümleyi şöyle de kurabiliriz, antik Yunan paganizmi Hıristiyanlıkta silinmez izler bırakmıştır. Burada antik Yunan felsefesinin antik Yunan paganizmden ayrılamayacağını akılda tutmamız gerek. Hıristiyan felsefesi, Platoncu, Aristotelesçi ve Yeni-Platoncu inanç-felsefesinin bakiyesidir.

Özetle Hıristiyan inancının içinde bir miktar “felsefe” olması onda bir felsefe olduğu anlamına gelmez. Çünkü onun içinde bir miktar başka şeyler de vardır. O paganizmin, antik Yunan felsefesinin hatta eski Mısır inançlarının bir karışımıdır. Baba-Oğul-Kutsal Ruh teslisi İsis-Osiris-Horus teslisinin Roma diline çevrilmesidir. İsis Meryem’e, Horus İsa’ya benzer. Buna dinde senkretizm diyoruz. Dinler birer sentezdir. Ama dinleri sentezlediği şeylere de indirgeyemeyiz. Yani Hıristiyanlıkta “bağımsız” bir felsefe yoktur. Haliyle bir Hıristiyan felsefesi mümkün değildir.

***

Aynı şeyleri “İslam felsefesi” için de söyleyebiliriz. Tabii burada aidiyet bağı daha geniş veya daha gevşektir. Çoğunlukla “İslâm dinine mensup kişilerce gerçekleştirilen felsefe” anlamında kullanılmaktadır. Bu inanç coğrafyası antik felsefeyle inancın doğuşundan iki yüzyıl sonra Bağdat merkezli tercüme hareketiyle tanıştı. Özeti, felsefeyi kapatmış ve Orta Çağ için yolu açmış Yeni Platonculuğu Platon ve Aristoteles'le uzlaştırma ve yorumlama faaliyetinden ibarettir.

Peki Yeni Platonculuk bir felsefe midir? Bu köklü bir sorudur. Felsefe olmaktan çok mistik ve dinsel bir ham inanç ile karşı karşıyayız. Yeni Platonculuk henüz din olamamış dindir, gericidir, Hegel’in deyişiyle, tanrı üzerine palavralar manzumesinden ibarettir. Yeni Platonculuk Orta Çağ’a geçişin felsefesidir. İçinde Hıristiyan ve İslam inancıyla örtüşen pek çok fikir vardır haliyle. Önce Hıristiyanlar ve sonra Müslümanlar onda kendisini bulmuştur.

Hıristiyanlar erken kapattı ve Müslümanlar bu yola girmekte geç kaldı. 6. yüzyılda felsefe kalıntıları Hıristiyanlıktan kovulmuştu, 12. yüzyılda Gazali bu gecikmişlikten kaynaklanan hoşgörüye son verdi. İlimdeki felsefe bundan ibarettir. 

***

Ama felsefenin teoloji ile kesişen bir tarihi var. Felsefe dinsel düşünüşün içinden çıktı. Pek çok kavramı, ontoloji-onto teoloji, hâlâ o dinsel dönemin izlerini taşıyor. Başlangıçta felsefeden kasıt daha çok eskatolojidir; tanrı, ruh, öte dünya, mesih, kurtuluş benzeri dini mitolojilere bir mantık yükleme faaliyetidir. Buna felsefe diyemeyiz. Felsefenin bir disiplin haline gelişi ilmin kavram ve fikirlerinden kopuşu ile mümkün olmuştur çünkü.

Çok basit bir açıklaması var. Din insanın doğayla ilişkisini tanrı dolayımı ile açıklar. Tanrı doğayı insan için yaratmış ve ona hediye etmiştir. Sonra bir başka dönemin kapısı aralanır, burjuvazi tarihin şafağında parıldar. O doğa ile başka türlü bir ilişki geliştirmiştir. Doğayla dolaysız bir ilişkiye geçmiş, giderek kendisini doğa karşısında efendi gibi hissetmiştir. Artık doğa insan ilişkisinde tanrının aracılığına, başka bir efendiye, ihtiyaç yoktur. Kant’ın tanrının kafasını koparmasının altyapısıdır bu.

Tabii burada da bir yanılsama var. Doğayla doğrudan ilişkiye geçen insan burjuvazi değil, onun emek gücünü kiraladığı proletaryadır. Haliyle bu gerçek de bir “felsefi problem” ortaya çıkarır. Proletaryayı görmezden gelen filozof burada bir burjuva gibi düşünür, genel soyut insan üzerinden konuşur. “İnsanın özgürlüğü” der örneğin ama gerçek sorun “insanın özgürlüğü” değildir. Burjuvanın özgürlüğü ile işçinin özgürlüğü bambaşka şeylerdir çünkü. Biri diğerine karşıttır, biri diğerini dışlar. Bu durumda felsefe gerçeğe ulaşmak için sınıf üzerinden konuşmalıdır. Sınıf üzerinden konuşan felsefeye Marksizm diyoruz. 

Onun da sınırları var. Marx, daha gençliğinde, “Demokritos ve Epiküros’un Doğa Felsefesi”nde, o sınırı şöyle çiziyor; “Nasıl felsefe proletaryada maddi silahlarını bulursa, proletarya da felsefede düşünsel silahlarını bulur… Felsefe bu kurtuluşun kafasıysa, proletarya da yüreğidir. Proletarya ortadan kaldırılmadan felsefe gerçekleştirilemez, felsefe gerçekleştirilmeden proletarya ortadan kaldırılamaz.” Demek ki felsefenin gerçeklikle, sınıfla, birleştiği yerde denklem bütünüyle değişmektedir. Sınıfsız toplumda spekülatif felsefeye ihtiyaç kalmayacaktır.

***

Yıllar önce benim “Aydınlanma Tarikatı”nda, daha doğuşunda bağımsız ve laik bir felsefe kurgusuna itiraz ettim. Çünkü ilk aydınlanma filozofları derinlemesine dinsel görünüyorlardı. Din ve tanrı ile göbek bağlarını henüz koparmamışlardı. Ancak bu dinselliklerine karşın kurumsal dine karşı zındık bir çizgi tutturmuşlardı. Çoğu mistikti, bir kısmı yarı büyücüydü. Gündüz kimyacı gece simyacı olanlar çoğunluktaydı. Hegel bir mutlak bir “tin” peşindeydi, bunun bir tanrı olduğunu biliyoruz. Newton simya deneyleri yapıyordu. Bruno kiliseyi dinin orijinal haline dönmeye davet ediyordu. Kilise ile çatıştılar ve bilim de felsefe de o çatışmanın gayrı meşru çocukları oldular. Aydınlanma derinlemesine dinseldi ve Aydınlanmaya laik bir kopuş gerekiyordu. Dediğim bundan ibarettir.

Tabii Aydınlanma ve felsefe tartışmaları çoğunlukla Batı referanslı bir hatta ilerliyor. İlk Aydınlanma filozofları bu derin dinselliklerine karşın birer kâmil filozof sayılıyordu. Buna karşılık, İslam coğrafyasının “düşünür”leri “ilahiyatçılar” veya “din alimleri” olarak listeleniyordu. Halbuki İbn-i Sina, Farabi veya Gazali gibi “İslam düşünürleri” ile Batılı benzerleri arasında hiçbir fark yoktu. Descartes'ın “Cogito, ergo sum”u sadece epistemolojik bir atılım değildi; Tanrı'ya olan inancı akıl yoluyla temellendirmeye yönelik daha büyük bir çabanın parçasıydı. Hegel'in “mutlak tin” kavramı felsefi olduğu kadar teolojikti. Newton'un yasaları kozmosun ilahi düzenini ortaya çıkarma girişimlerinin bir verimiydi. Bunların her biri biraz ilahiyatçı, biraz mistik, biraz gnostik, biraz din alimiydi. Arkadaşım Özcan Buze’nin henüz yayınlanmamış bir makalesinden aktardım. 

Bu sınıflandırma Aydınlanmadan sonra, Fransız Devrimi ile Avrupa fikriyatının laikleşmesinin ardından gerçekleşmişti. Avrupa fikriyatı Doğuya o laik çizgiden bakmakta ancak kendi köklerine dönünce aynı ölçüyü uygulamamaktaydı. Bu ayrımcı tavır Aydınlanmanın dinsel bağlarını görünmez kılan bir hokusfokustur. Felsefe, Batıda ve Doğuda, dinin içinden çıkar ve geriye gittikçe daha fazla dinsel görünür. Arınması, bağımsızlaşması, laikleşmesi için zamanın işini görmesi, bu düşüncenin bağımsız bir alanda kendini yeniden var etmesi gerekir. Burjuva felsefesinin kısa tarihidir.


***

Buze’den bir alıntı daha; “Filozoflar dünyayı yalnızca çeşitli şekillerde yorumladılar; ancak önemli olan onu değiştirmektir… Bu ifade, yalnızca daha önceki felsefi geleneklerin bir eleştirisini değil, aynı zamanda felsefenin ne olduğu ve ne olması gerektiğinin radikal bir yeniden tanımını temsil eder. Marksizm, spekülatif metafizikten kesin bir şekilde koptu ve felsefeyi tarihsel materyalizm ve toplumsal praksis alanına taşıdı. Bunu yaparken, Marksizm kendisini yalnızca teolojiden uzaklaştırmakla kalmadı, aynı zamanda felsefenin amacının artık tefekkür değil, dönüşüm olduğu yeni bir seküler düşünce biçimini başlattı. Düşünce ile dünya, teori ile pratik arasındaki ilişkiyi yeniden kurdu.” Demek ki felsefenin ilerleyişi dinsellikten laikleşmeye doğrudur.

Böylece bir “evrim” tarif etmiş oluyoruz. İlim ile felsefenin ve bilimin bağı meşru değildir. Felsefeyi de içine katarak söylüyorum, ilimde bilim veya bilimde ilim bulunmamalıdır. Bilim ve felsefe bu bağı koparmak ve içindeki kalıntıları temizlemekle yükümlüdür. Çünkü bilim ve felsefe dinde barınamaz, onun habitatında hayatta kalamaz. Tersi de doğru; Kant’tan sonra felsefede tanrıya yer kalmamıştır. İlim de inançla sınırlı olduğu için ilimdir. Haliyle dini fanteziler üzerine uzmanlaşmaya bilim diyemiyoruz. Örneğin son iki Diyanet Başkanının uzmanlığını, Melekler Alemi ve Kuran’daki Tekrarlar, bilim sayamıyoruz. Bilim değil olsa olsa din bilgisidir. 

Tarihine bakıyoruz, kalıntılarından arındırıyoruz. Aydınlanmaya eleştirimiz ışığına değil vazgeçmekte ayak sürüdüğü karanlığınadır. İdealizmden arınmış bir felsefe ve hurafelerden kopmuş bir bilim tarif ediyoruz. Yeni, laik, radikal bir Aydınlanma ve Orta Çağ kalıntılarından arınmış bağımsız bir felsefe istiyoruz. Tartışıyoruz, onu yeniden kurtuluşun kafası olmaya çağırıyoruz.