Orhan Gökdemir

Düyun-u Umumiye binasına sömürgeciler yerleşmişti ve yerleşenlerin tek amacı imparatorluğun gelirlerine el koymaktı. Ama binanın tasarımında Osmanlı dinsel ve sivil yapılarının mimarlık öğelerinden yararlanılmıştı. Din avutuyordu, binalar yükseldikçe halk yoksullaşıyordu.

Ayıngacı Türküleri

Orhan Gökdemir

Abdülhamit döneminin sembollerinden biridir Düyun-u Umumiye. Bir istibdat rejimi kuran ve “mülkünü” sopayla yönetmeye çalışan bu zavallı adam, gerçekte Düyun-u Umumiyenin emir eriydi. Sınırsızca borçlanmıştı ve borçları döndürmekte zorlanıyordu. Böyle olunca, 1881’de Fransız, İngiliz, Avusturyalı, İtalyan ve Alman temsilcilerin katılımıyla, bir Düyun-u Umumiye-Dış Borçlar İdaresi kuruldu. Bu kuruluş, tuz, tütün ve ipek gibi imparatorluğun gelir getiren tekelleri ile vergi kaynaklarını idare etmekle ve toplanan gelirlerin borçların ödenmesinde kullanılmasını sağlamakla yükümlüydü. Tuz ve tütün için ayrıca geniş yetkilere sahip bir “Reji İdaresi” kurulmuştu. “Memalik-i Şahane Duhanları Müşterekül Menfaa Reji Şirketi” veya özetiyle “Reji”, devlete ait olan tütün tekelini devralmıştı. İlk özelleştirme ihanetidir. 

“Gidelim gidelim de Halil’im Çökertme’ye varalım
Kolcular geliyor Halil’im nerelere kaçalım
Teslim olmayalım da Halil’im aman kurşun saçalım…”

Osmanlı köylüsü ürettiği bütün tütün, tuz ve alkolü Reji’nin belirlediği fiyattan Reji İdaresine vermekle yükümlüydü. Öyle ki köylü kendi içeceği tütünü bile bir yana ayıramazdı. Tütünü önce 3 kuruşa Reji’ye verecek, sonra ondan 10 kuruşa geri alacaktı. Bir köyden başka bir köye izinsiz tütün ve tuz taşımanın cezası çok ağırdı. Reji’nin özel silahlı korucuları vardı, kimsenin gözünün yaşına bakmıyorlar, kurşunu basıyorlardı. Reji korucuları böyle böyle 40 yılda 20 binin üzerinde köylüyü vurarak öldürmüştü.

Teslim olmayalım da Halil’im aman kurşun saçalım… E direniş de gecikmedi haliyle. Köylü silahlandı, teslim olmak yerine saldırmayı, ölmek yerine öldürmeyi tercih etti. Ölenler, direnenler için türküler de yaktı tabii. Ayıngacı türküleri diyoruz onlara. “Ayıngacı” tütüncü demekti, “ayınga” ise kıyılmış tütün. Bu neo-Osmanlıcı gerici güruhun “ulu” hakanları halkını bir sarımlık cigara için vuruşmak zorunda bırakmış bir zavallı ademdir. 

***

Tabii o zaman da çalıyor ama çalışıyorlardı. Özellikle başkente görkemli binalar diktiler. Şimdi il binası olarak kullanılan Hükümet Binasının yanında ona tepeden bakan görkemli Düyun-u Umumiye binası onlardan biridir. Düyun-u Umumiye’ye yaslanarak büyüyen Osmanlı Bankası ve Tütün Rejisi ikiz binası da öyle. Düyun-u Umumiye binası şimdi İstanbul Erkek Lisesi’dir. 1897 yılında tamamlanan bu yapının mimarlığını İtalyan Alexandre Vallauri üstlenmişti. Vallauri sonra Saray mimarı oldu. Fransız sermayedarları ve Saray için görkemli yapılar tasarladı. Galata'da Osmanlı Bankası, Gülhane'de Arkeoloji Müzesi, Eski Şark Eserleri Müzesi, Beyoğlu’nda Pera Palas Oteli onun eseri. Bir başka saray mimarı Raimondo D'Aronco ile birlikte Mektep-i Tıbbiye-i Şahane-Haydarpaşa binalarını tasarladı.

Diktikleri yapılar yer yer Mimar Sinan’a göndermeler yapıyordu. Tabii, esası yabancı mimarların Sarayda egemen akıma uyarak iş bulabilme arzusuydu. Sarayın hoşuna gidecek projeler çizdiler özetle. 

Düyun-u Umumiye binasına sömürgeciler yerleşmişti ve yerleşenlerin tek amacı imparatorluğun gelirlerine el koymaktı. Ama binanın tasarımında Osmanlı dinsel ve sivil yapılarının mimarlık öğelerinden yararlanılmıştı. Din avutuyordu, binalar yükseldikçe halk yoksullaşıyordu. 

Sarayın böyle Batılı pek çok mimarı vardı. Guilio Mongeri, Philippe Bello, M. Rene Dukas, Jachmund, Otto Ritter, Helmuth Cuno ve Raimondo d’Aronco bunlar arasındadır. İtalyan Hükümeti tarafından bizzat görevlendirilen d’Aronco 1893-1909 yılları arasında İstanbul’da yaşadı. Faik ve Bekir Beyler Yalısı, Yıldız Şale (chalet-dağ evi) Köşkü, Marmara Üniversitesi Rektörlük Binası, Huber Köşkü, Botter Apartmanı, Yıldız Çini ve Porselen Fabrikası, II. Abdülhamid Çeşmesi onun eseri. İstanbul macerası Abdülhamid’in 1909’da tahttan indirilmesiyle sona erdi. O dönemde bu isimler aracılığıyla icra edilen mimarlık, halkla imparatorluk arasındaki görsel iletişimde önemli bir görev üstlendi. Devleti temsil eden tüm bu yapılar, Osmanlı tebaasına hem bir güç gösterisi hem de modernleşme hamlesi işaretiydi. Sultan bir yandan bir rejim inşa ediyor öte yandan her yere o rejimin işareti olan binalar dikiyordu. Bir yandan göstermelik bir Panislamizm davası güdüyordu, öte yandan modern laik okullar açıyordu. Çok korkaktı, halkın içine çıkamıyordu ve halka bu yolla dokunmaya çalışıyordu. 

Şöyle özetleyeyim; Dönemin tüm devlet yapıları Fransa’dan ithal “ampir” mimarlığa göre şekilleniyordu. Ampir, “empire style” kelimesinden Türkçeye geçmişti, “imparatorluk üslubu” demekti. Ortaya çıkışında, öykünülen dünya imparatorluğu Roma’da olduğu gibi, mimarlığı bir propaganda aracı olarak kullanma çabası belirleyici olmuştu. Halk ayıngacı türküleriyle direnirken, saray ampirik bir halüsinasyon içindeydi. 

***

Abdülhamit’in ilk işi anayasayı rafa kaldırmak ve meclisi işlevsizleştirmek olmuştu. İstibdat rejimi dediğimiz otuz üç yıllık dönem, Tanzimat’la oluşturulmaya çabalanan merkezi devlet projesinin yeniden kişisel ilişkiler bağlamına indirgendiği bir dönem oldu. Bir yandan Çağdaşlaşma çabası yürürlükteydi, öte yandan Panislamizm Abdülhamid’in resmî ideolojisine dönüştürülmüştü. Sözde İslamcı özde Modernist bir dönemdi bu. Sarayın çeperindeki enerjiyi soğuracak meclis kapatılmıştı. Orada mutlak bir Hamit düşmanlığı hükmünü sürdürmekteydi. İmparatorluğun mimarisi gibi aydınlığı da eklektikti haliyle. İstibdadın getirdiği karamsarlık ikisinin de üzerine sinmişti; mimarı üslupsuzluğu üslup edinmişti, aydını kendine güvensizdi, çağa yetişemeyeceğine inanmakta, özümsemek yerine taklit ederek durumu idare etmeye çalışmaktaydı. Özetle büyülü tarihimizdir. Güvensizlik, üslupsuzluk ve korku; Abdülhamit dönemi ise işte bundan ibarettir.

***

Neo-Osmanlıya dönüyoruz. Burada da işler o dönemdekilere benziyor. Projeleri yabancı mimarlar çiziyor ve büyük olmasına mutlaka özen gösteriliyor. Bunlar bürokratların önüne gidince, “çok güzel olmuş, şurasına biraz Selçuklu burasına biraz Osmanlı ekleyelim” diyerek iş tamamlanıyor. Hakkını verelim, Neo-Hamit devlet bürokratlarını mimarlığa karşı birer savaşçı haline getirdi. Heykele ucube dedi, alaturka helaya benzeyen sarayını yeni rejimin simgesine dönüştürdü. 3. Köprü ve 3. Havalimanı’nın yerine, planlamayı hiçe sayarak, helikopterden karar verdi. Taksim Gezi Parkı’na hâlâ gerçek muhteviyatının ne olduğunu bilmediğimiz bir bina yapmak istedi. Çamlıca’ya cemaatsiz cami yaptırdı. Hiçbirinde bir mimari üslup yoktur. 

Teslim olmayalım da Halil’im aman kurşun saçalım… Tabii “Reji”ler de çoğalmıştır. Memleketin bütün kalelerini kuşattılar, bütün tersanelerine girdiler. Devlete, Cumhuriyete ait olan ne varsa satıp bir Reji’ye teslim ettiler. Onların NATO gibi daha karmaşık kolcu kuvvetleri var. Kimsenin gözünün yaşına bakmıyorlar, sıkıyorlar silahı. Teslim olacak mıyız, olmayacak mıyız, ölecek miyiz, öldürecek miyiz, iş yine gelip burada düğümleniyor haliyle. 

***

“Ayıngalar dağ başında
Ölüsü köprü başında
Anası ağlar başında
Beyler haberiniz yok mu?”

Ayıngacı türküsüdür bu. Bir çığlıktır, bir isyandır. Hamit devleti özelleştirilmiş, yerini uluslararası sermayeli bir şirket almıştır. Onun sopası devletin sopasını aratmamaktadır. Halk kendi ürettiği ürünün, tütünün, hırsızına dönüşmüştür. Bu düzene ilk tepki kaçakçılıktır. Tütün kaçakçılığı sömürgeciliğin en çok nefret edilen simgelerine karşı bir halk direnişi örneğidir artık. O ülkelerin mallarını boykot arkasından gelmiştir. Sonra bunlar grevlere dönüşmüştür. Abdülhamit nefretinin arkasında işte bu sınıfsal kin vardır. Halk kaçakçılara saygı duymuş, koruyup kollamış ama buna karşı kolcuları tecrit edip dışlamıştır. O sömürgecilerle, o sömürgecilerin şirketleriyle iş tutanlarla yollarını da sonsuza kadar ayırmıştır. Şimdilik şu kadarını söyleyeyim; Osmanlı gayri Müslimlerinin yabancı olarak algılanması da bu dönemin ürünüdür. Kini, kanı, zulmü eken de ürünlerini biçen de emperyalistlerdir. 

***

Rejiyi devletleştirme girişiminin ilki, 1911’de, İttihat ve Terakki döneminde. İttihatçılar tütün tekelini Reji’nin elinden almak istiyordu ancak Balkan Harbi bunu imkansızlaştırmıştı. Reji, fırsatı değerlendirip devlete borç vermiş imtiyazını da 15 yıl daha uzatmıştı. Bu pisliği de Cumhuriyet temizledi, Tütün Rejisi 1925’te lağvedildi. “Tekel” bu devrimin getirisiydi. Sonra yine sattılar Tekel’i. Özal’ın başlattığı Tekel’in özelleştirme sürecini tamamlamak Tayyip Erdoğan’a “nasip oldu”. Ortalıkta ne tütün kaldı ne de fabrika. 

“Fabrikada tütün sarar sanki kendi içer gibi 
Sararken de hayal kurar bütün insanlar gibi...”

Döndük başa, kolcular kol geziyor ortalıkta. Bir direniş yokmuş gibi göründüğünü aldanmayın, bakın, ayıngacı türküleri dilden dile dolaşmaya devam ediyor. Biliyoruz biraz uzun sürer “reji”lerinin yıkılması ama halk eninde sonunda el koyar kendinden çalınan ne varsa.