Aydın yalnız kendine ihanet eder

Aziz Nesin’le tanışma onuruna sahip oldum. Toplumsal Kurtuluş’un fırtına gibi estiği zamanlar, hevesli ve genç bir gazeteciyim. Yalçın Hocanın isteğiyle Maçka’daki çalışma ofisine gittim, konu neydi hatırlamıyorum. Ufak tefek, ak saçlı bir adam karşıladı beni. Ülkenin en üretken, en inatçı, en aydınlık insanlarının birinin karşısında olduğumun bilincindeydim.

Turan Dursun’u tanıyamadım. Ama daha ilk yazılarında evrenimize yolu kazara düşmüş bir uzaylı gibiydi Turan Dursun. Dinin ta içinden ve en altından geliyordu. Okuya okuya inançtaki hurafenin kokusunu almış, aldıktan sonra baktığı her yerde o hurafelerin izini sürmeye başlamıştı. Öfkeliydi insanın din ile kandırılmasına, yakaladığını tepeliyordu.

Aziz Nesin Sivas’ta yobaz yangınından kıl payı kurtuldu. Turan Dursun’u resmi tabancalı yobazlar öldürdü. Aydınlanma mücadelemizin iki yiğit savaşçısıdır.

Toplumsal gelişme mesafe aldıkça dinle ilişki zayıflar, dinle bağı kopmuş insanların sayısı artar. Tarihin mantığına uygundur bu. Bizde tersi oluyorsa, sistemin, içindeki insanları doyurmamasından, gerekli eğitimi vermemesinden, daha kötüsü varlığını sürdürmek için hurafeye muhtaç olmasındandır. İşte sonuç ortada; din yayılıyor, ahlak azalıyor. Sınırsız bir sömürü, uçsuz bucaksız bir eşitsizlik hüküm sürüyor ülkede. Acı çekenlerin sayısı arttıkça dinin dozu da arttırılıyor. Ama artık sınırdayız, bünyenin bunu daha fazla kaldıramayacağını herkes görüyor. Bağımlı doz aşımından öldü ölecek…

***

Nesin Çiftliği Aziz Nesin’in en faydalı eserleri arasında. Bugüne kadar pek çok muhtaç çocuğun yetişmesini sağladı. Biliyorum hepsi pırıl pırıl çocuklar olarak geldiği çiftlikten pırıl pırıl yetişkinler olarak ayrıldı.  Annem inançlı bir kadındı, hali vakti oldukça kurban kesmeye özen gösterirdi. Bir gün alıp çiftliğe götürdüm, çocuklarla tanıştırdım. Her kurbanda birlikte ziyaret ettik çocukları.

Herhalde o çiftliğin havasını solumuş çocuklardan en sorunlusudur Aziz Nesin’in oğlu. Ülkeye döndüğünden bu yana söylediği sözde, takındığı tutumda hep bir tuhaflık var. Hâlbuki matematikle, resimle, desenle uğraşıyor. İnsan, bu uğraşları arasında hiç olmazsa babasının bir iki kitabını da okumuş, anlamış olmasını umuyor. Kendisi için değil bu temennim, bizim için. Zira aynı zamanda Aziz Nesin’in kitaplarını basıp yayan Nesin Yayınlarının da yönetmeni. Bir sürü unvanı, bir sürü uğraşı var. Profesör, öğretim üyesi, bir iki vakfın yöneticisi. Yazarken hata yapmamaya çalışıyorum. Atladığım bir şey olmasın diye araştırdım. Malum Wikipedia kapalı. Taradım, biyografisini buldum. Yukarıdaki bilgileri Akit gazetesinin sitesine borçluyum.

Bu ağır karanlık dönemin içinden geçerken “aydın portresi” yazıyorum ve yazdıkça utanıyorum. Geçenlerde çıktı, “Bugün olsa yine ‘yetmez ama evet’ derim; keşke Atatürk kolay idare edilir bir cumhuriyet bıraksaydı” dedi. Belli ki “idare edilebilir cumhuriyet” konusunda kafa yormuş aydınımız. Cumhuriyetin kuruluşunda büyük yanlışlar yapılmış, özerk bölgeler olsaymış sonuç böyle olmazmış, dediği bu. Bu çocukça lafları, başka bir çocuklukla tamamladı, “hayırcılara” Cumhurbaşkanı adayı olarak bir islamcıyı, Levent Gültekin’i önerdi. Tepki gördü haliyle. Tepkilerin çoğu, saçma sapan fikirlerine değil, bunları Aziz Nesin’in oğlu olarak söylemesineydi.

Böyle bir sorumluluk yüklenebilir mi kendisine emin değilim. Babasıyla ilgili yargıları da en az diğer söyledikleri kadar tuhaf zira. Diyor ki o söyleşinde, “Cumhuriyet kuşağı başka, Cumhuriyet rejimi başka. Babam da Cumhuriyet kuşağıydı örneğin. Cumhuriyet için canını dişine takan biriydi. Peki, bu Cumhuriyet rejimleri babama nasıl davrandı? Büyük kapitalistler dışında, bu iktidarlar hangi kesime iyi davrandı? Solcular, aleviler, Kürtler, İslamcılar, milliyetçiler, her kesim çekmedi mi bunlardan?”

Bu yarım yamalak cumhuriyet tanımından derin bir cumhuriyet düşmanlığı devşirmiş, belli. Ha bire AKP’yi “askeri vesayeti kaldırdığı” için övüp duruyordu. Şimdi “kaldırdı ama başka bir vesayet kurdu” diye yakınıyor. Ama dediğine göre AKP yine de kötünün iyisi. Neden? Seçimle değiştirilebilirmiş AKP.

Nasıl bir yanılsama içinde olduğunu sadece bu cümlesinden anlayabilirsiniz. Seçim mi kaldı birader? Bu sözlerinden dolayı ağır bir biçimde eleştirilince ısrar ettiğini göstermek için Dil Tarih Coğrafya Fakültesi binasına ve binadan dolayı da Mustafa Kemal’e ağır laflar etti yine. Hakkı, beğenmez. Ama bu arada ülkenin her yanı tuhafazakar AKP mimarisi ile örüldü. Tuhaf alışveriş merkezleri, şehre tecavüz eden gökdelenler, kimsenin geçmediği köprüler, ormanı çöle çevirip üzerine imal edilen havaalanları dolu ülke. O gidip Ankara Dil Tarih Coğrafya Fakültesi binasına laf etti. Dil çürük dişe gidermiş…

Türkiye Aydınlanmasının bir abidesidir DTCF. Devrimci Cumhuriyete bir yeni halk yaratma ütopyasının ete kemiğe bürünmüş halidir ve buna sosyalist bir mimarın ete kemiğe büründürdüğü bina da dâhildir. Eksik veya fazla, doğru veya yanlış, DTCF bizimdir.

Karşı devrim geldi üstüne, DTCF’nin etkisini kırmak için, İstanbul’da Edebiyat Fakültesi’ni kurdular. DTCF’de kurgulanan Anadolu halklarının mirasçısı ve Avrupalı Türk kurgusundan, Edebiyat Fakültesi’nde kurgulanan Orta Asyalı köklere yatay geçiş yaptık böylece. İlginç bir mücadeledir, bakmasını dilerim. Binalara kimliğini veren içinde olup bitenlerdir, öğrenir. Tıpkı Nesin Çiftliği gibi…

***

Ama uyarayım Ali Nesin’i Ali Nesin’e bakarak çözemezsiniz. Daha saf hali yol arkadaşı Sevan Bedros Nişanyan’dadır. Marx’ın özet Grundrisse çevirisinden hatırlayacaksınız. Olağanüstü bir zekâdır Nişanyan. Pek çok dile vakıftır, kalemi kıvraktır. Yale ve Columbia Üniversitesinde dirsek çürütmüştür. Bilgisayar işiyle iştigal etmiş, bu konuda yazacak kadar uzmanlaşmıştır. Ama her nasılsa Marx çevirisi ile başladığı yazma kariyerini seyahat ve otel rehberi yazarı olarak sürdürmeyi tercih etmiştir.

Neden böyle bir tercih yapar insan? Şöyle anlatıyor: “1978-79 gibi, Fransız, Rus ve Çin devrimlerinin analiz edilmesi sonucu devlet otoritesinin nasıl yıkılacağı, tahrip edileceği konusunda epeyce fikir yürüttüm. Soldan kendimi erkenden kurtarmayı başardım. Fakat temel yaklaşımım değişmedi. ‘Girme artık bu lüzumsuz adamlarla kavgaya’ desem de, kendimi zapt edemiyorum. Ahmakla mücadele etmek, kendine saygı duymanın şartıdır.” Sonuç: Taraf yazarlığı ve Liberal Demokrat Parti milletvekili adaylığı. O arada yazdı “Yanlış Cumhuriyet” adlı kitabını. Sol düşmanlığı, mantıki olarak varacağı yere, Cumhuriyet düşmanlığına vardı.

İki kere başı derde girmiş Cumhuriyetle söylediğine göre. Birincisi 1986’da, askerdeyken Ali Nesin’le birlikte tutuklanmışlar. İddia komünizm ve bölücülük. Sonuncusu üç-beş yıl önce Şirince’de sit alanında kaçak inşaat yapmaktan. Israrcı olunca birkaç ceza almış aynı suçtan. Hala içeride gün sayıyor.

O kadar çarpılmış ki tarihe bakışı, mevzuata aykırı inşaat yapmaktan ceza almasına rağmen, bunu da Taraf’ta yazdığı için Ergenekon bağlantılı bir takım çevrelerin marifeti sayıyor. Şöyle diyor: “Burada Türkiye Cumhuriyeti devleti otoritesine yönelik bir saldırı var! Bir savunma refleksi göstermeleri doğaldır. ‘Allah’a, Peygamber’e laf etti’ diyerek bir Ermeni’yi hapis yatırmak sıkıntı doğuracağı için buradan yatırıyorlar. Boynumuz kıldan ince deyip hapse girdik. Ama cezayı artırdıkça artırdılar.”

Bunları şunun için aktardım. İkisi de Kenanizmle Kemalizmi ve laik Cumhuriyetle faşist Cumhuriyeti birbirine karıştırıyor. Monarşiyi ve onun üzerinde durduğu dini temelleri yıkan şeydir Cumhuriyet. Ne Kenan’la, ne de Tayyar’la ilişkilidir. Korkut Hocanın dediği gibi Türkiye’de aydınlanmacılığı Kemalist Devrim temsil eder. Ona düşman olmak aydınlanmacılığa düşman olmaktır.

***

Dediğim gibi, bu ağır karanlık dönemin içinden geçerken “aydın portresi” yazıyorum ve yazdıkça utanıyorum. Örnekleri çok.

Celal Şengör, parlak bir bilim adamı. “Dışkı yedirmek işkence değildir” dedi önce. Sonra Deniz Gezmiş ve Mahir Çayan’ı eşkıya ilan etti. Ardından evrim teorisi çürümüştür diyen Numan Kurtulmuş’a tepki gösterdi, “Evrim teorisine çürümüş demek cehaletin daniskasıdır” dedi.

Ali Nesin, "İnsanlara dışkı yedirmek işkence değil" diyen Prof. Dr. Celal Şengör’e tepki gösterilince çıkıp açıklama yaptı, "Celal Şengör ne yapsa, ne etse de bizim değerimizdir. Fazıl Say da, Orhan Pamuk da öyledir. Bu kişilere öyle ağız dolusu laf edemezsiniz" dedi.

Aziz Sancar’ın “Ben Allah’a inanıyorum isteyen de evrime inanır” dediği söylenince hepimiz inanma eğilimi gösterdik haliyle. Sonra çıktı, öyle söylemediğini belirtti, “Evrim gerçektir, inanç konusu değildir” dedi. Sancar Nobel ödüllü bir bilim adamı. Ödülü aldıktan sonra Ülkücülerle görüştü, Saray’a çıktı ve götürüp Anıtkabir’e hediye etti. İşte size nevzuhur üç “aydın” portre…

Yaşamı tutarsız olanda akli tutarlılık aranmaz. Ne eğitim meselesidir tutarlık, ne aile, ne soy, ne sop. Sınıfsal bir vakadır bu. Aydın o yüzden yalnız kendine ihanet eder. Cumhuriyet kuşağıydı Aziz Nesin. Yoksul halkın yanında tutmuştu safını. O saftaki yoldaşlarının çıkarının laik Cumhuriyette ve aydınlanmada olduğunun bilincindeydi. En nefret ettiği de o fukara halkın din ile aldatılmasıydı.

***

Türkiye ağır bir karanlığın içinden geçerken büyük bir aydın kırımı da yaşıyor. Azalıyor aydınlığımız. Ama denildiği gibi karanlığın en derin anı aydınlığın eşiğidir.

Aydınlanma Hareketi, pek çok imzacısının ve katılımcısının katkısıyla bir “Aydınlanma Kitabı” hazırladı. Yazılama Yayınları son rötuşlarını yapmak üzere. Aziz Nesin’e ithaf ettik kitabı. Onurumuzdur. İnsan tükenmez!