Nevzat Evrim Önal

Liberaller yalan söylüyor, toplumların sarsıcı gündemlere verdiği kitlesel tepkiler “sürü davranışı” değildir.

Kısa metraj

Nevzat Evrim Önal

Önceki gün, aylık saç kestirme işi için berbere gittim. “Nasılsın Cüneyt, hayat nasıl gidiyor?” sorusuna “Nasıl olsun abi, kısa metrajlı, reklam kuşağı gibi” yanıtını alınca, seansın geri kalanını sohbet etmekten çok düşünerek geçirdim.

Ben bebekken televizyonumuz siyah beyazdı ve Türkiye’de sadece tek kanal TRT yayını vardı. Anlatıldığına göre o yaşta genel olarak televizyona değil ama “Rek-lam-lar!” cıngılıyla başlayan reklam kuşağına bayılırmışım; henüz hece ya da kelime oluşturamasam da cıvıldayarak cıngılı taklit eder, o sırada ağlıyorsam hemen susup dikkat kesilirmişim.

Ağlayan çocuğun eline “akıllı” telefon verildiğinde ağlamayı kesip kurcalamaya başlamasıyla aynı mekanizma bu. Kısa aralıklarla tekrarlanan ve ilgi çeken güçlü uyartılar dopamin salgısını tetikliyor, uyartı kaynağına olan yönelimi artırıyor, zamanla bağımlılık gelişiyor. Dolayısıyla sosyal medya bağımlılığı ile kokain ya da eroin bağımlılığı arasında beyin kimyası açısından pek az fark var.

Burada önemli bir nokta şu: Dopamin basitçe “mutluluk hormonu” değil. Yani salgılanması için uyartının illa olumlu olması gerekmiyor. Dopamin bireyde “motivasyonel önem” tetikliyor, yani “bireyin bilişsel süreç ve davranışlarını, algılanan belirli bir nesne, olaya veya sonuca yönelten ya da bunlardan uzaklaşmaya iten bir dikkat biçimi” yaratıyor. Dolayısıyla insanların, tehdit algılarını gerçek bir tehlike olmaksızın tetikleyen uyartılara, örneğin korku filmlerine ya da lunaparklardaki kamikaze ve benzeri aletlere müşteri olmasında da; bu uyartıların sadece adrenalin değil aynı zamanda dopamin salgılatması bir rol oynuyor.

Farkındaysanız, bütün bunların olabilmesi için bireyin eyleme geçmesi şart değil. Hatta uyartı kaynağına ulaşmak için ne kadar az çaba gerekiyorsa bağımlılığın oluşması o kadar kolay. Öte yandan, beyine dopamin salgılatan kimyasallardan farklı olarak uyartılar bilişsel süreçler ile “emiliyor”, dolayısıyla aynı uyartının tekrarlanması öğrenmeyle sonuçlandığı ve dolayısıyla aynı şiddette duygusal refleks tetiklemediği için benzer bir sonuç vermiyor. Birey üst üste on kere lunapark trenine bindiğinde ya da aynı korku filmini izlediğinde eşit miktarda dopamin salgılamıyor.

Sosyal medya bu açıdan kimyasal olmayan yollardan dopamin bağımlılığı yaratmak için en uygun tasarım. Uyartıların kaynağı olan cihaz yirmi dört saat yanınızda; her parmak hareketinizle bir sonraki kedi köpek şirinliği, lezzetli yemek tarifi, seksi kadın vücudu ya da komik dizi sahnesini izleyebiliyorsunuz. Yapay zekâ algoritması en fazla bir dakikada o an ilginizi çeken kategorileri saptıyor ve size bunu “besliyor.” Öte yandan, mekanizmanın “sosyal” ağ niteliği, dünyanın dört bir yanında, her biri bizzat bağımlı on milyonlarca insanı kullandığı uyuşturucudan satan torbacılara benzeyen “içerik üreticisine” dönüştürdüğü için; sürekli olarak her uyartı kategorisinde bireyin tüketebileceğinden daha fazla yeni uyartı üretiliyor.

Aynı bir yaşındaki çocuğu ekrana kilitleyen reklam kuşağı gibi. Biri diğerini takip eden, birbirlerine benzeseler de tıpa tıp aynı olmayan, kısa metrajlı, güçlü uyartılar: Reels, shorts, tiktok, zart, zurt…

Son bir sevimsiz bilgi verip, asıl konuya geleceğim. İki hafta önceki yazımızda fareler üzerinde yapılan ve antidepresan etkinliğini ölçen bir deneyden bahsetmiştik.1 Dopamin salgısını tetikleyen uyuşturucuların bağımlılık yaratma etkisini incelemek için fareler üzerinde yapılan başka bir deney var. İsmi “kendi kendine ilaç alımı deneyi.” Bu deneyde fare, basit bir hareketle (örneğin bir düğmeye basarak) kendi kendisine dopamin salgısı tetikleyen bir ilaç (örneğin kokain) uygulayabildiği bir düzeneğe yerleştiriliyor.

Bu deneylerde, bağımlılığın şiddetine göre farelerin su içmeyi dahi bırakıp sadece ilaç almaya odaklandığı ve öldüğü gözlemlenebiliyor.

***

Şimdi asıl meselemize gelebiliriz, zira berberim “kısa metraj” derken sosyal medyadan değil, siyasetten bahsediyordu.

Memleketin bir haftasına, hatta bir gününe kaç gündem doluşuyor farkında mısınız? Sadece son bir-iki haftanın gündemlerini saymaya kalksak, tam bir liste çıkartabilir miyiz? Bolu otel yangını, Ayşe Barım’ın tutuklanması, Ümit Özdağ’ın tutuklanması, teğmenlerin ihracı, gazetecilere gazetecilik yaptıkları için yargı operasyonu, Siirt belediyesine kayyum, İmamoğlu’nun Çağlayan’daki gövde gösterisi, Pınar Gültekin’i önce boğup sonra yakan şerefsize verilen müebbet hapis cezasının Yargıtay tarafından bozulması…

Kim bilir kaç tanesini atladım. Bunlar sadece yurt içindekiler. Eskiden Türkiye’nin bir haftalık gündemi Batı ülkelerinde bir yılda bile yaşanmıyor diye hayıflanılırdı. Şimdi durum orada da farklı değil. ABD’de Trump ve Musk her gün başka bir heyecana kapılıyor; bir gün Grönland’ı, ertesi gün Panama kanalını ilhak etmekten bahsediyor. Fransa’da bir hükümet var mı yok mu belli değil, Almanya’da yaklaşan seçimlerde seksen yıl sonra tekrar Nazi partisinin iktidara gelme ihtimali güçleniyor.

Bu saydıklarımın hiçbiri “suni gündem” değil. Halkı meşgul etmek için uydurulmuyor ya da büyütülmüyorlar. İçinde yaşadığımız düzen o kadar çok çelişkiye boğuldu, parçaları arasındaki gerilim o kadar yükseldi ki, yönetilemiyor. Daha doğrusu ancak böyle, sürekli bir mani krizi halinde yönetilebiliyor.

Birkaç ay önce Ali Atay, Fatih Altaylı’nın programında "Bu ülkenin seliyle, yangınıyla, tufanıyla ben niye mücadele ediyorum aabi?" diye ağzını eğe eğe konuştuğunda hak ettiği tepkiyi almadı, çünkü gerçekten boğulmuş durumdayız. Hiçbir toplumsal gündeme hak ettiği ilgiyi ve tepkiyi gösteremiyoruz, çünkü her gündem bir öncekine vermekte olduğumuz tepkiyi yarıda kesip paralize ediyor. Bir gündeme öfkelenirken, bir başkası öfkemizi üzüntüyle ketliyor, bir sonraki kısa süreliğine “oh” dememizi sağlıyor, ardından bir başkası tekrar damarımıza basıyor…

Her gündem kısa metrajlı, her tepki yarım kalıyor.

Bu durum süreklilik kazanıp yerleşik hale geldikçe, en sarsıcı gündem dahi sosyal medyadaki bir sonraki çarpıcı içeriğe, sıradaki hormon salgılatıcı uyartıya dönüşüyor.
Liberaller yalan söylüyor, toplumların sarsıcı gündemlere verdiği kitlesel tepkiler “sürü davranışı” değildir. İnsanların kitleler halinde Gezi Parkı eylemlerine, veya Cumhuriyet mitinglerine, veya Uğur Mumcu’nun cenazesine katılması, ortak sloganlar etrafında birleşmesi, güdüldüklerini ya da yönlendirildiklerini değil, aksine bireysel tepkilerini anlamlı ve bilinçli bir biçimde ortaklaştırdıklarını gösterir.

Toplumlar böyle tepkiler göstererek özneleşir.

Çarpıcı gündemlere anlamlı sonuçlara varan ortak tepkiler gösteremedikçe toplum olarak öznelliğimizi yitiriyor, kendi yalnızlığımıza izole olup pasif izleyicilere dönüşüyor ve asıl bu şekilde sürüleşiyoruz. Çünkü sürüyü sürü yapan şey onu oluşturan bireylerin koyunlar gibi birbirine benzemesi değil, yığının işlevli biçimde yönlendirilip yönetilebilmesidir. Toplum sürüleştikçe her bireyin kendisini kalabalık içinde yalnız ve yabancılaşmış hissetmesinin bir zararı yoktur. Aksine bu durum örgütlenmeyi daha da zorlaştırdığı için düzen açısından faydalıdır.

Samimiyetle şu soruya yanıt verelim: Bunca çarpıcı gündeme rağmen, bir toplum olarak yönlendirilip yönetilmemizde bir aksama var mı?

Hayır, yok. 

Ama olmalı.

***

Yaşananlara dair bireysel ve şiddetli olumsuz duygular hissetmemiz, “kanıksamadığımız” anlamına gelmez. Bir olayı kanıksamamak, tekrarlanmasını engelleyecek biçimde eyleme geçmeyi gerektirir. Bunun ötesinde, olan bitenler hakkında ne hissettiğimiz, üzgünüm ama, hiçbir şeyi değiştirmiyor. Çok üzülmemiz katledilen yurttaşlarımızı geri getirmiyor ya da başkalarının katledilmesini zorlaştırmıyor. 

Sorun burada. Eyleme geçemiyoruz, çünkü yalnızız ve hem tek başımıza hiçbir etki yaratamayacağımızı, hem de eylemli tepkimizin düşman tarafından kolaylıkla bastırılacağını düşünüyoruz. Konunun dönüp dolaşıp, kibarca söyleyeyim, hiç onurlu olmayan “Silivri soğuktur” lafzına bağlanmasının temelinde bu örgütsüzlük hali yatıyor.

Örgütlü bir halkın tepkisi cezaevlerine sığmaz. Bu yüzden AKP kendisine siyasi hasım olarak gördüğü kimi liberalleri Gezi eylemleri davasına yamayıp bir taşla iki kuş vuracağını, hem siyasi hasımlarını paketleyip hem de Gezi’yi itibarsızlaştırabileceğini zannediyor. Ama milyonlarca insanın katıldığı o onurlu isyanı sığdıracak bir cezaevi yok. Tek çareleri bütün ülkeyi bir cezaevine çevirmek, onlar da onu yapmaya çalışıyor.

Ne var ki, bu konuda mesafe kat ettiklerini yadsıyamayız. İçinde yaşadığımız düzen bölücü ideolojik karşıtlıklar, kontrolsüz siyasi çatışmalar ya da bazen onlarca, hatta yüzlerce yurttaşımızın canına mal olan felaketler yaratmadan varlığını sürdüremiyor. Dolayısıyla yapabileceği tek şey insanları yalnızlaştırarak örgütlü ve bilinçli tepkiler yükselmesini engellemek. Bunu yapabilmek için de kaçınılmaz olan gündem yoğunluğunu bir silaha dönüştürüyor, hiçbir rezilliği saklamaya çalışmıyor, bilakis her birini kısa metrajlı bir uyartıya dönüştürüp emekçi halkın algılarının üzerine boca ediyor. Böylelikle bizi, aklımızı dumura uğratıp ilkel dürtülerimize indirgeyerek, yani fareleştirerek yönetiyor.

Steinbeck Fareler ve İnsanlar’ı yazarken, insanların düzen tarafından hiçleştirilmesini, fare yerine konmasını bambaşka bir bağlamda anlatıyordu. Tarihten tarihe ve ülkeden ülkeye bağlam değişiyor, ama sonuç değişmiyor. İçinde yaşadığımız özel mülkiyet düzeninde sıradan emekçi insan, insandan sayılmıyor.

Ayna karşısında kaç kez “ben özgür bir bireyim” desek, ruh halimiz düzelmez. İnsanlığımızı geri kazanmak için hep birlikte ayaklanmak ve bu düzeni yıkmak zorundayız.