Nevzat Evrim Önal

Modern birey düzen tarafından yalnızlaştırılıyor ve herhangi bir somut zindana değil kendi kişiliğine hapsediliyor.

Yalnız farenin kafesi

Nevzat Evrim Önal

Kafesinde, yaşamak için ihtiyaç duyduğu her şey vardı farenin.

Bir mama kabı ve bir koşma tekerleği vardı mesela. Tekerleğe binip koştukça, dışarıya bağlı bir borudan kabına mama doluyordu. Tekerleği döndürdüğü her tur için bir lokma. Boş mama kabına düşen mamaların tıkırtısını duydukça daha hevesle koşuyordu fare. Mamaları yanaklarını doldura doldura nasıl yiyeceğini, sonra tok karnına nasıl uyuyacağını hayal ediyordu.

Tekerleği kafesin dışındaki bir üretece bağlıydı. Kendisi için bir kap mama ürettiğinde, onu kafese koymuş efendileri için on kap, yirmi kap mama üretmiş oluyordu. Ama bunun farkında değildi fare. Bilmiyordu ama koşuyordu.

Ne var ki, bazen farenin tekerleği kilitleniveriyordu. Ne kadar koşsa dönmüyor, kabına mama dolmaz oluyordu. Böyle zamanlarda çaresiz, efendilerine yakarıyor; yeterince hızlı koşmadığını bildiğini, kilidi açarlarsa daha hızlı koşacağını söylüyordu.

Kafesinde yalnızdı fare, ama türünün tek örneği değildi. Milyarlarca fare vardı dünyada, kafesler bitişik nizam dizilmişti. Her kafesin bittiği yerde diğerinin kafes başlıyordu. Ama, farenin nasıl çalıştığını anlamadığı bir düzenek sürekli kafeslerin dizilimini değiştiriyordu. Koşmayı bırakıp dışarı her baktığında sağındaki, solundaki, altındaki, üstündeki kafeslerde başka fareler oluyordu.

Fare zaman zaman bu komşularıyla konuşuyordu. Bazen birbirlerine tıslıyor, bazen kafes tellerinin arasından koklaşıyorlardı ama bu sosyalleşmelerin hepsinde gönülsüzdü; bugün komşu olduğunun yarın gideceğini, yerine tanımadığı bir başkasının geleceğini, onunla da üç aşağı beş yukarı aynı şeyleri yaşayacağını biliyordu. Bu yüzden tekerleğinde koşmadığı, kabından mama yemediği ve uyumadığı zamanın çoğunu kafesinin tellerine asılı aynanın önünde geçiriyordu fare. Pür dikkat kendini inceliyor, her bir detay ve nüans üzerine kafa yoruyor, diğer farelerden ne kadar farklı olduğunu düşünüyordu.

Bir gün yaşlanacak, tekerleğini eskisi gibi hızlı döndürememeye başlayacaktı. Bunu bildiği için, bugün henüz sağlıklıyken çok koşup, kafesinin bir kenarına mama saklamaya çalışıyordu fare. Ama ne zaman biriktirdiği mamalara baksa, bir kısmı küflenmiş oluyordu.

Günler yılları kovalıyor, böylece yaşayıp gidiyordu fare.

***
Abartılmış hiçbir şey yok bu kıssada. Patron sınıfının hayal ettiği gelecek, kapitalizmin ütopyası böyle bir şey.

Tam olarak böyle yaşamıyorsak, bunun bir sebebi sermaye düzeninin henüz her bir insanı bu kadar yalnızlaştırabilecek derecede “gelişmiş” olmaması. Dünyanın her yerinde, emekçi insanların birbirleriyle kurduğu her sosyal ilişkinin yerine metalarla kuracakları tüketim ilişkileri koyamıyor. Çünkü bu metaların hepsinin öncelikle emekçilere satılabilmesi gerekiyor ve emekçi sınıfın emek üretkenliğinin düzeyi, bir yandan her bir emekçinin, böyle metalarla kuşatılmış, yalnız ve izole bir hayat yaşayacağı tüketim düzeyini mümkün kılacak, diğer yanda ise sermaye birikimini sürdürecek bir noktaya henüz ulaşmadı.

“Henüz” vurgusunun altını çizmek istiyorum. Zira kimsenin şüphesi olmasın, sermaye sınıfı gelişmekten bunu anlıyor ve hayata hep bu yönde müdahale ediyor. Bunu, kişi başına tüketim düzeyinin hayli yüksek olduğu emperyalist ülkelerde toplumsal yaşantının ve bireyin nasıl kurgulandığına, ya da o kadar uzağa gitmeden, kendi ülkemizin metropollerindeki emekçilerin nasıl yaşadığına bakarak teyit edebilirsiniz. Tüm dünyada tüketim artıyor, ama hiçbir yerde yoksulluk azalmıyor ve Marx’ın dediği gibi, ileride olan, geriden gelene gelecekteki halini gösteriyor.

Mesele ne insanların kendi evlerine kapanması ne yüzlerini cep telefonlarından, sosyal medyadan kaldırmıyor olması. Bunların tümü izolasyonu kolaylaştıran metalar ile kurulan ikincil ilişkiler. Modern birey düzen tarafından yalnızlaştırılıyor ve herhangi bir somut zindana değil kendi kişiliğine hapsediliyor. Farenin kafesinin tellerini egemen ideolojinin uyartılarıyla inşa edilmiş, bu yüzden kırılgan, ama pek kıymetli kişiliği oluşturuyor.

***
Fare benzetmesinden rahatsız olan varsa, hatırlatmak isterim: İnsanın evrimini geriye doğru takip ettiğinizde, kendi erkekliğini balyoz zannedip “alfayım malfayım” diye etrafta gezinen bilumum dallamanın kendini benzettiği yırtıcı hayvanlara, kurtlara, aslanlara, kaplanlara, kartallara falan değil fareye varıyorsunuz. Tıbbi deneyler bu yüzden fareler üzerinde yapılıyor.

Bu deneylerden biri antidepresan ilaçların etkinliğini ölçmek için kullanılıyor. Bir ismi “Davranışsal Umutsuzluk Testi” ama sevimsiz çağrışımlarından dolayı “Zorunlu Yüzme Testi” ismi kullanılıyor. Bu testte önce fareyi kaçma imkânı olmayan su ile dolu bir kavanoza atıyorsunuz. Hayvan 15 dakika debelendikten sonra çıkartıp 24 saat bekletiyorsunuz. Sonra hayvanı bir kez daha kavanoza atıp, bu kez beş dakika bekletiyor ve bu beş dakika içerisinde hayvanın kurtulmaya çalışmadığı, yani sadece kafasını suyun üzerinde tutmak için gereken eforu gösterdiği süreyi ölçüyorsunuz.

Bir antidepresanın etkinliği, hayvanın kavanoza ikinci kez atıldığında pasif bekleme süresinin kısalmasıyla, yani kurtulamayacağını bilse de çaba göstermesiyle ölçülüyor.

***

Son 40-50 yılda giderek daha fazla konuşulur hale gelmiş sorunlara bakın; obezite, dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu, her türlü bağımlılık, narsisizm, depresyon… Tamamında yukarıda anlattığım gidişatın olumsuz yönde ve güçlü bir katkısı olduğunu görürsünüz.

Kapitalizmi savunan liberaller sürekli kişi başına düşen tüketimin yükseldiğinden, ortalama ömrün uzadığından bahsediyor. Her yıl herkese yetecek olandan çok daha fazla gıda üreten bu bolluk düzeninin halen yılda dokuz milyondan fazla insanın açlıktan ölmesini engelleyemiyor olması bir yana; insanlar daha fazla meta tüketirken de “iyi” hayatlar yaşanmıyor. Kapitalizm geliştikçe emekçi insanlar özgürleşmiyor; bir esaretin yerini başka bir esaret alıyor. Yoksunluğun en kaba biçimi olan açlık aşılıyor, bu sefer de giderek tüm insani değer ve ilişkilerin yerini metaların aldığı, insanların kendi ürettikleri şeylerin kölesi haline geldiği bir tüketim hayatının yarattığı yoksunluklara, bu yoksunluklardan üreyen sağlıksızlıklara varılıyor.

Peki, ne yapmalı?

Kapitalizmin “insan doğasına en uygun sistem” olduğunu iddia eden bütün ideologlar her birimizi ilkel dürtülerine indirgemeye, fareleştirmeye çalışan bu düzene alkış tutuyor. Ama biz insanız, fare değiliz. Bizi kemirgenden ayıran en önemli özelliğimiz ise şu: Durum ne denli umutsuz görünürse görünsün durup birinin bizi sudan çıkartmasını beklemeyiz.1 Aksine, ne denli köşeye sıkışırsak o denli mücadele eder, birlikte bir çıkış yolu arar ve sonunda mutlaka buluruz. Çünkü dürtü ve güdülerimizin esiri değiliz, bunları kontrol edip kolektif davranabilen, örgütlü eyleme geçebilen, bilinçli varlıklarız. Yani hem bireysel, hem de kolektif özneyiz.

Girişte anlattığımız öykünün ardından “tam olarak böyle yaşamıyorsak, bunun bir sebebi sermaye düzeninin henüz bu kadar ‘gelişmiş’ olmaması” demiştik. İkinci sebebi ise insanlığın her şeye, sermayenin saldırıları karşısında yaşanan tüm yenilgilere rağmen fareleşmeyi kabullenmiyor olması. İnsanlık dünyanın bazı yerlerinde, örneğin onurlu Küba’da sermaye egemenliğine karşı bilinçli ve örgütlü biçimde mücadele ediyor. Ama bir yandan da tüm dünyada insanlığından vazgeçmeyerek, dostluklarını terk etmeyerek, kucaklaşmayı, birbirinin gözlerine mutlulukla bakmayı bırakmayarak, dürüst ve ahlaklı kalarak, adaleti arayarak direniyor.

Yapmamız gereken, insanlığın büyük çoğunluğunun kendi başına yürüttüğü bu insan kalma direnişini örgütlü mücadeleye taşımak, çünkü düzen yerinde durduğu müddetçe bu direniş onun ilerlemesini yalnızca yavaşlatacak. Oysa bizi fareleştirmeye çalışan bu kanseri kesip atmalı, insanın insana (dolayısıyla sadece başka insanlara değil aynı zamanda kendisine) yabancılaşmasının en derin biçimi olan özel mülkiyeti tarihin çöplüğüne yollamalıyız.

Geçtiğimiz Pazar günü Türkiye’nin dört bir yanından yükselen #İtirazımVar sesi, bu örgütlenmeyi hedefliyor. Gelin, her birimizin tek tek itirazı, örgütlü “itirazımız” olsun.

  • 1Yazıyı uzatmamak için dipnot düşüyorum ama bağlamımız açısından önemli olduğunu düşünüyorum: Zorunlu yüzme testine getirilen çok temel bir eleştiri var. Fareler, deney yüzüp kurtulabilecekleri biçimde yapıldığında da çok farklı davranmıyor. Dolayısıyla kurtulmaya çalışmamalarının umutsuzluktan mı, birilerinin sonunda onları sudan çıkartacağını bilip pasifçe beklemelerinden mi kaynaklandığı kesin olarak anlaşılamıyor.