Anti-Rusçuluk

Sovleytler Birliği ile ilgili Fransızca yazılmış bir kitap okuyorsanız, mutlaka kitabın bir yerinde, hatta büyük ihtimalle başlarında, Stalin’i nefretle anan, Sovyetler Birliği’ndeki sosyalist sistemi otoriterlikle eleştiren bir cümle ile karşılaşırsınız. Elinizdeki kitap genel olarak 20. yüzyıl Avrupa tarihi ile ilgiliyse –fransızca ya da ingilizce yazılmış olabilir- illa ki 1930’larda İtalya ve Almanya’daki faşist rejimlerle Sovyetler Birliği arasında ya da Hitler ve Mussolini ile Stalin arasında bir paralellik kurulmuştur. Soğuk Savaş döneminde yazılmış ya da sağcı entellektüeller tarafından propagandif amaçlarla kaleme alınmış kitaplardan bahsetmiyorum. Bahsettiğim günümüze ait ve çoğunluğu solcu ya da kendisini Marksist olarak adlandıran yazarların kitapları, araştırmaları ya da romanları. Bu kitaplarda hala şaşırtıcı derecede güçlü bir Sovyetler Birliği ya da daha yaygın olarak Stalin karşılığı mevcut. Aynı durum Avrupa sinemasında da söz konusu. En alakasız filmlerde dahi, konu Sovyetler Birliği’nin hala var olduğu bir dönemde geçiyorsa, illa ki soğuk, katı, yüzü gülmeyen bir Sovyet askerine, diplomatına ya da herhangi bir görevlisine rastlarsınız ya da konuşmanın bir yerinde Stalin’in “zulmünden” ya da insanların içine işleyen bir korkudan bahsedildiğini duyarsınız.

Sovyetler Birliği’nin yokluğunun üzerinden 20 yılı aşkın zaman geçmesine rağmen Avrupa’da hala bu kadar yoğun bir Sovyet düşmanlığını -hem de sol cenahı da kapsayacak şekilde- neye bağlamak gerekiyor? Fransa özelinde, bunu bir ölçüde sol aydınlar arasında Troçkist gelenekten gelenlerin sayısının fazlalığına yorabiliriz. Ancak Avrupa solunda Sovyetler Birliği’ne dönük düşmanlığın hala canlılığını korumasının bu ülkelerdeki solun yapısına ve ideolojik referanslarına dair daha temellendirilmiş bir açıklaması olmalı.

Açıklanmaya muhtaç bir diğer konu da günümüzde Avrupa basınında ve yazınında soğuk savaş dönemini aratmayacak ölçüde Rus düşmanlığı. Rusya’nın Suriye’ye dönük bir müdahaleyi veto eden tavrı Avrupa basınında büyük bir tepkiyle karşılanmıştı. Ancak anti-Rus tavrın en uç örneklerine Ukrayna’daki iç savaş haber ve değerlendirmelerinde rastlıyoruz.

Öyle ki, Fransa basını Rusya’nın Ukrayna’da faşist yönelimli militanların iktidarı ele geçirmesinin ardından gerçekleştirdiği müdahalelerde “emperyalist müdahale”, “başka bir ülkenin iç işlerine karışma”, “ayrılıkçı militanların silahlandırılması” gibi olguları keşfetti. Ukrayna’ya ilişkin haberlerin taraflılığındaki dil öyle açık ki, Maidan’daki kalkışma ile iktidarı alan faşist ve aşırı milliyetçilerden oluşan toplam “özgürlük savaşçıları” olarak nitelendirilirken, Kırım’da milliyetçi yeni iktidarı kabul etmeyen ayrılık yanlıları “Rus ajanları” olarak gösterilmeye çalışıldı. İşine gelmeyen yönetimleri sürekli demokratik olmamakla eleştiren Avrupa basını, Kırım’da ve ardından Donetsk ve Lugansk'ta gerçekleşen referandumların neden kabul edilmemesi gerektiği ve bir de bu ayrılan bölgelerin Rusya’ya katılmayı talep etmeleri durumunda ne tür felaketlerin gerçekleşeceği konusunda yorumdan geçilmez oldu.

Her nedense, ABD’nin Irak’a, Afganistan’a, Fransa’nın Libya’ya ve Mali’ye yönelik askeri müdahalelerinin meşru kabul edildiği bir dünyada Rusya’nın Ukrayna’ya müdahalesinin neden tüm felaketlerin başı olarak algılandığını açıklayan olmadı, zaten çoğu insanın da böyle sorular sorduğu duyulmadı.
Tabii her zamanki gibi işi ifrada vardıranlar oldu. Örneğin, Le Monde gazetesinin bir muhabiri, iki Kırımlı bir Ukraynalı askerin kim olduğu bilinmeyen keskin nişancılar tarafından öldürülmesinin ardından, Kırımlı askerlerinin vurulanların portrelerini taşıdıkları bir anmanın fotoğrafını yayınlayarak altına “Rusların kendi arkadaşlarını anarken keskin nişancılar tarafından öldürülen Ukraynalı asker için hiçbir şey yapmadığını” yazması gibi. Ancak fotoğrafta görülen Kırımlı –“Rus” değil- askerlerden birinin taşıdığı portre tam da Ukraynalı askerin portresiydi. Fransız gazeteci sonradan yine twitter hesabından yanıldığını kabul etti. Ancak bu tür Rusları ya da Rusya yanlılarını hedef alan “hata”lar neredeyse gündelik hale gelmiş bulunuyor.

Kısacası Avrupa basını yeniden yoğun bir Rusya karşıtı propaganda dönemini yaşıyor. Yalnız bu kez söz konusu olan sınıf düşmanları, sosyalist bir sistem değil. Karşı taraftaki sistem ya da rejim, kendi ülkelerinden ve övgüyle bahsettikleri ABD’den ancak kültürel ve geçmişlerinden kaynaklı yapısal özellikleri açısından farklı ancak özü ve çıkarları açısından aynı. Sovyetlere dönük hala sönmeyen nefretlerinin yanı sıra Avrupa basınının sosyalizmin külleri üzerinden canlandırmaya çalıştığı bu “iki kutuplu dünya” algısı, emperyalizmin kendi iç dinamiklerini ve yeni yönelimlerini anlayabilmek için üzerinde daha fazla düşünülmeyi hak ediyor.

[email protected]