Zombi neoliberalizm ve çıkış yolları

“Yiğidi” öldürmeye çalışırken hakkını verelim: Kapitalizm kendisini reforme etme konusunda baş döndürücü bir yeteneğe sahip. Bir bakıyorsunuz “bırakınız yapsınlar” felsefesini benimsemiş, dev ticaret gemilerini dünyanın bir ucundan bir ucuna serbestçe dolaştırıyor; bir bakıyorsunuz ulusal sınırları hapishane kapısından farksız hale getirmiş. Yeri geliyor, piyasalar gelişsin diye açlıktan ölme tehlikesi altında olanlara yardım edilmesini kanun çıkartıp yasaklıyor; yeri geliyor yoksulları maaşa bağlıyor. “Kendiliğinden felsefesi” liberalizm, ama sosyal demokrasiyle de anlaşabiliyor, düpedüz faşist rejimlerle de.  İyi günde kötü günde, hastalıkta sağlıkta, savaşta barışta kendisini yeniden üretmeyi becerebiliyor.

Bu girizgahı birkaç notla açalım. Birincisi, kapitalizm derken gerçek bir özneden değil, “kapitalist zorunluluklar” altında hareket eden faillerin bileşkesinin tarihinden bahsediyoruz elbette. İkincisi, bu başdöndürücü dönüşüm yeteneğinin sınırları var. Sonuçta, katı olan bazı şeyler buharlaşmıyor; kar amaçlı meta üretimi gibi tanımlayıcı özellikler, eşitsiz gelişim gibi yasallıklar olduğu yerde duruyor. Öyle olmasaydı, kapitalizm diye bir soyutlamadan bahsetmek mümkün olmazdı.  Üçüncüsü, kapitalizm tüm bu “mutasyon”lardan gelişerek, tecrübe kazanarak, bir anlamıyla  “öğrenerek”  çıkıyor. Dördüncüsü ve en önemlisi, mutasyonların en yaygın mekanizması krizler. Bir kapitalizm biçiminden (daha doğru bir ifadeyle bir birikim rejiminden) diğerine geçiş genellikle büyük krizler sayesinde mümkün oluyor. Elbette en başta ekonomik krizler, ama siyasi ve ideolojik krizler de, yerleşik anlayışları hızla eskitebiliyor ve daha önce akla yatkın gelmeyen, “marjinal” denilebilecek fikirleri, kurumsallıkları ya da politika demetlerini gündeme getirebiliyor.

Sözgelimi, 1929’da patlak veren Büyük Bunalım’a bakalım. Krizin şok etkisi o zamana kadar hakim olan iktisat ortodoksisini neredeyse bir anda tuzla buz ediyor. Uluslararası piyasaları belirleyen Altın Standardı bir iki yıl içerisinde terk ediliyor, ABD’de Roosevelt’in New Deal programı devleti aktif bir iktisadi aktör haline getiriyor, sendikaları güçlendiriyor, finansı kısıtlayacak düzenlemeler getiriyor, gelir dağılımını düzeltiyor. İkinci Savaş sonrasında kurumsallaşan ve kapitalizme altın çağını yaşatan uluslararası/ulusal düzenlemeler (Bretton Woods sistemi, Keynezyen refah devleti, ulusal kalkınmacılık) 1929 öncesinin kapitalizminden epey farklı bir anlayışı hakim konuma getiriyor.

Gelelim günümüze.  2008’de ABD’li finans devlerinin birer birer çökmesiyle patlak veren küresel kriz derinleşerek devam ediyor. Boyutları ancak Büyük Bunalım’la karşılaştırılabilecek olan bu kriz kapitalizmin günümüzdeki hakim biçimi olan neoliberalizme olan yaygın inancı eşi görülmemiş şekilde sarstı. Yıllardır serbest piyasanın, dizginsiz finansal genişlemenin erdemlerinden söz eden neoliberaller, krizle birlikte ya derin bir sessizliğe gömüldüler ya da ekonomik yaklaşımlarının büyük ölçüde yanlış olduğunu kabul etmek zorunda kaldılar. Anaakım iktisatçılar krizi öngöremedikleri için Kraliçe Elizabeth’ten bile fırça yedi. Keynes, Marx hatırlanmaya başlandı, Piketty yok sattı. Özetle, günümüz kapitalizminin düşünsel belkemiğini oluşturan anlayış büyük itibar kaybetti.

Krizin patlak vermesinin üzerinden 6 yıl geçti. Peki, bu süre zarfında kapitalizmin dünya çapında örgütlenme biçiminde ne değişti?  İlginç bir şekilde, neredeyse hiç bir şey! Kriz sonrası gündeme gelir gibi olan finansal regülasyon, Keynezyen politikalara dönüş, servet vergisi gibi enstrüman önerileri hızla gürültüye getirildi. Finansçıların kılına zarar verilmedi, batık bankalar kamu bütçesiyle kurtarıldı, bedeli kemer sıkma politikalarıyla emekçilere ödetildi, ödetiliyor. Daha önemlisi, krize çözüm olarak önerilen çerçeve, krizin çıkış noktası olan dizginsiz finansal büyümenin büyük ölçüde aynen devamını sağlamaya yönelik.  Kriz dinamikleri saatli bomba gibi işlemeye devam ediyor. Dolayısıyla, kapitalizmin başta sözünü ettiğimiz kendisini reforme etme ve geçmişten öğrenme yeteneğinin pek ortalıkta görünmediği bir tarihsel dönemden geçiyoruz.

Bunun birkaç basit sebebi var. Birincisi, kapitalizmin önceki reform süreçlerinde kısa vadeli kapitalist çıkarlara karşı bir kaldıraç işlevi görebilen işçi hareketleri çok zayıflamış durumda. İkincisi, kapitalizmi kendisine çeki düzen vermeye zorlayacak bir sosyalizm tehdidi  yok. Üçüncüsü, uluslararası finans kapital herhangi bir tavize yanaşmayacak kadar çok güçlü! Özetle, otuz küsür yıldır hüküm süren neoliberalizm, güç dengelerini sermaye lehine o kadar bükmüş durumda ki, sistemin bekasına öncelik veren uzun vadeli çözümler güç kazanamıyor. İdeolojik olarak iflas etmiş ama hakimiyetini sürdüren bir düzen... Bir çeşit zombi neoliberalizm! Bu tanımlamanın sahibi antropolog Jamie Peck’in deyimiyle “beyin fonksiyonlarını çoktan yitirmiş, ama kolları bacakları hareket etmeye devam eden ve savunma refleksleri yerli yerinde duran” bir sistemle karşı karşıyayız. 

Bugün yapılacak olan ve Radikal Sol Koalisyon SYRIZA’nın birinci parti olarak çıkması beklenen Yunanistan seçimlerini izlerken bu çerçeveyi akılda tutmakta fayda var. Zira, SYRIZA’nın  en fazla New Deal kadar radikal olan ekonomik reform programı bile inanılmaz bir uluslararası basınç altında. Kapitalizm sınırları içerisinde, zombi neoliberalizmin burçlarında bir delik açmanın mümkün olup olmadığını hep beraber göreceğiz. Gidişata bakılırsa, Yunan toplumu ya Troyka’ya boyun eğecek ya da giderek daha radikal çözümler için kolları sıvamak zorunda kalacak.