Beraber yürümekle aşınan yollar

Geçen hafta AKP içerisinde giderek derinleşen çatlaklara değinmiş ve bu durumun konjonktürel bir tıkanıklıktan ziyade AKP rejiminin yapısal sınırlarına dayanmasının bir sonucu olduğunu vurgulamıştım. Bu hafta, bu noktaya nasıl gelindiğini açmaya çalışacağım.

AKP’li yılları kabaca iki alt döneme ayırabiliriz. Tutunma, güç biriktirme ve meşruiyet aranışlarıyla tanımlanabilecek temkinli bir iktidar stratejisinin damga vurduğu 2002-2007 arası dönem ve varolan rejimi tasfiye etme ve yeni bir rejim kurma odaklı cüretkar bir saldırı stratejisinin damga vurduğu 2007 sonrası dönem. Bu stratejik dönüşümü gerek genel olarak devlet aygıtıyla kurulan ilişkilerde, gerek sermaye birikim süreçlerine dair kararlarda, gerek dış politika tercihlerinde, gerekse ideolojik stratejilerde gözlemlemek mümkün. Bu alanlardan her birini ayrıntılarıyla ele almak bu yazının sınırlarını aşacağı için sözünü ettiğimiz yapısal sınırların ve AKP içerisindeki çatlakların en belirgin şekilde hissedildiği sermaye birikim stratejilerine odaklanalım.  

AKP, 2002 sonunda iktidara geldiğinde Türkiye ekonomisi zaten 2001 krizi sonrası IMF gözetiminde hazırlanan Derviş programına teslim edilmişti. AKP’nin yaptığı, fiilen bir tür “ekonomik anayasa” statüsü kazanmış bu programı büyük bir sadakatle takip etmek oldu. AKP’nin yerli veyabancı sermaye çevreleri nezdinde “güven ve istikrar unsuru” olarak görülmesi, 2008 yılına kadar fiilen yürürlükte olan bu program  sayesinde oldu. Bu dönemde iktisadi politikalara genel olarak sermaye lehine reformların damga vurduğu bir neoliberalleşme gündemi hakimdi. Bu gündemin kendi parametleri açısından değerlendirildiğinde AKP’nin performansı son derece başarılıydı. Kısaca özetlemek gerekirse, özelleştirme sürecinde büyük ivme katedildi, sosyal güvenlik alanında piyasalaşma derinleştirildi, işgücü piyasası esnekleştirildi, enformel çalışma biçimleri ve taşeronlaşma yaygınlaştırıldı, kanun hükmünde kararnameler ve özerk kurullarla sermaye lehine reformların önündeki hukuki engeller baypas edildi. Yukarıda belirttiğimiz gibi, tüm bunlar AKP’nin icatları olmaktan çok geçmiş dönemin ekonomi politik müktesebatının devamı niteliğinde hamlelerdi. 

***

2008’le birlikte, AKP’nin iktisadi yönelimlerinde belirli ölçülerde bir kırılma gerçekleşti. Bu kırılmanın gerçekleşmesinde iktidarda olduğu süre boyunca tecrübe ve özgüven kazanan partinin devlet aygıtında kendisine muhalif unsurlara karşı bir tasfiye hareketi başlatması kadar Derviş programının vadesinin dolması sonucu  ekonomi politikalarında daha geniş bir serbesti kazanmasının da payı vardı. 

İlk dönemde tipik neoliberal modelle daha çok örtüşen bir görünüm arz eden AKP’nin ekonomik politikalarında, ikinci dönemde eski rejimi tasfiye odaklı siyaset mantığının ekonomik rasyonaliyete bir ölçüde  galebe çaldığı bir anlayış hakim hale gelmeye başladı. Bu durum, AKP’nin bir bütün olarak sermaye sınıfının çıkarlarını gözeten bir profil çizmekle beraber, “İslamcı sermaye” fraksiyonunun doğrudan temsilcisi olmasıyla yakından ilgiliydi. Bununla paralel olarak, ikinci dönemde AKP kendisine organik olarak bağlı sermaye gruplarını ihya etmeyi bir öncelik haline getirdi. 
Daha önceden altyapısı hazırlanmakta olan bir dizi yönelim bu dönemde belirgin hale geldi. Bu yönelimlerin merkezinde “inşaat odaklı birikim modelinin” durduğu artık yaygın kabul görüyor. İnşaatın merkeze oturmasında 2008 krizi sonrası dünya piyasalarındaki daralmayla birlikte iç pazarın daha fazla önem kazanması ve sektörün diğer sektörlerle bağlantıları sayesinde üretimi ve tüketimi pompalama ve bu yolla “lokomotif” işlevi görerek hızlı bir büyüme ivmesini tetikleme kapasitesi kadar, AKP’nin organik sermayedarlarının ihtiyaçları da etkili oldu. Arazi tahsisi ve ihale süreçlerinde hükümete yakınlık yoluyla sağlanan ayrıcalıkların ayakta kalma ve büyüme için elzem olduğu inşaat sektörü, AKP’ye ve giderek doğrudan Erdoğan’a göbekten bağlı bir yandaş sermaye yaratma süreci için biçilmiş kaftan niteliğindeydi.

İkinci dönemin kamusal kaynakları fütursuz bir şekilde yandaş sermaye lehine kullanma tercihi ve Erdoğan’ın giderek artan bir şekilde keyfi, ölçüsüz ve fevri çıkışlar sergilemesi, köklü sermaye grupları için bir rahatsızlık kaynağı olsa da istikrar sürdüğü müddetçe o kadar da sorun edilmedi.  TÜSİAD’la AKP geriliminin zirve noktasına çıktığı 2010 referandumunda dahi büyük sermaye  kamuoyunda AKP’yi doğrudan karşısına alan bir pozisyon takınmaktan ya da bir tür yatırım boykotuna gitmekten imtina etti. Ne de olsa AKP’li yıllar büyük sermaye için bir önceki dönemin siyasal istikrarsızlıkla ve basiretsizlikle malul koalisyon hükümetlerine oranla altın yıllardı. Sözgelimi, Koç grubu AKP’li yıllarda aktif büyüklüğünü yüzde 683 arttırdı, istihdam saıyısını da iki katına çıkardı.   
Ne var ki, sermayenin ihtiyaçları sınırsız, iktidarın kaynakları ise giderek daha sınırlıydı. 2008 krizi sonrasında dünya ekonomisinin girdiği durgunluk süreci ve AKP’nin Ortadoğu’da bölgesel liderlik maceralarını eline yüzüne bulaştırması ihracat imkanlarını kısıtladı, pastayı giderek küçülttü ve paylaşım savaşını kaçınılmaz olarak kızıştırdı. 2013’te patlak veren Haziran Direnişi AKP’nin siyasi ve ideolojik stratejilerinde de doğal sınırlarına ulaştığını gözler önüne serdi ve AKP’nin en büyük kozunun, yani siyasal istikrar kozunun, zayıflamasına neden oldu. 

***

Kabaca parti örgütü, cemaat, büyük sermaye ve yandaş sermayeden mürekkep “Genişletilmiş AKP Koalisyonu”nun çatlamaya başlaması da bu tarihsel momente denk geldi. Cemaatin 17 Aralık hamlesine ve sonrasındaki gelişmeler herkesin malumu. Daha az gündeme gelen konu ise büyük sermayenin AKP içerisindeki temsilcisi konumundaki Ali Babacan’ın Merkez Bankası geriliminden çok daha öncesinde de birikim rejimine dair esaslı denilebilecek eleştiriler getirmeye başlamasıydı. Babacan, sık sık, inşaat ve rant ekonomisinin sürdürülebilir olmadığını,  üretici sektörleri eğitim ve AR-GE’yle güçlendirme stratejisiyle sağlanabilecek bir ihracat hamlesinin gerekli olduğunu ifade ediyordu. 

AKP içerisindeki çatlakları konjonktürel ve olağan görüş ayrılıkları olarak değerlendirememizin sebebi de burada yatıyor. Tanık olduğumuz kavga, bir ölçüde iki farklı sermaye fraksiyonunun ve iki farklı birikim stratejisinin kavgası. İnşaat odaklı birikimin devam edebilmesi için faizlerin düşük tutulması, yeni teşvik mekanizmalarıyla iç talebin canlandırılması, kentsel yağmanın önündeki pürüzlerin bertaraf edilmesi,büyük projelerin batma riskine karşı güvenceye alınması ve benzeri bir dizi acil önlem gerekiyor. Bunun için de Merkez Bankası bağımsızlığı, parlamenter sistem, hukuki çerçeve gibi Erdoğan’ın deyimiyle “el kol bağlayan” mekanizmaları etkisizleştirecek bir başkanlık sistemi. Karşı tarafta ise inşaat odaklı birikimin tıkanıklığını ve risklerini gören, geliyorum diyen krize karşı önlem almaya çalışan, görece daha uzun vadeli bir perspektife sahip, kaynak dağıtımında “adalet” ve “şeffaflık” talep eden ve  Erdoğan’ın ölçüsüzlüklerini etkisizleştirmeye ya da en azından dizginlemeye çalışan bir yumuşak geçiş stratejisi bulunuyor. Sivrilikleri törpülenmiş bir tür ilk dönem AKP’sine geri dönme çabası söz konusu. Şimdilik şunu söylemekle yetinelim: bu iki stratejinin bir uzlaşıyla sonuçlanması ya da birinin galip gelmesi durumunda buradan yeni bir “stabil denge”ye ulaşılması mümkün gözükmüyor. Beraber yürünen yollar geri dönüşsüz bir şekilde aşındı.