2014’ün Hal-i Pür Melali: “Nefes Alamıyoruz”

2014’ü tek cümlede özetlemek gerekseydi  bu cümle“nefes alamıyorum” olurdu. Kaçak sigara sattığı gerekçesiyle polis tarafından yakalanıp güpegündüz sokak ortasında boğularak öldürülen ABD’li Eric  Garner’ın son sözleri olan ve kısa bir süre sonra tüm ülkeye yayılan muazzam ölçekli protesto gösterilerinin de temel sloganı haline gelen “Nefes Alamıyorum” ifadesi, sadece ABD’de değil  tüm dünyada öfkeli kitlelerin haleti ruhiyesini tasvir etmek için birebir.

Geniş kitlelere gelecek sunma ve onların rızasını alma becerisini hızla yitiren  bir sistem, artan hoşnutsuzluklara karşı polis teröründen daha iyi bir cevabı olmayan çürümüş iktidarlar ve düzene yabancılaşmış, kendilerini öfke patlamalarıyla ifade eden “nefes alamayan” halk yığınları... Zamanın ruhu diye bir şey varsa 2014’te aşağı yukarı böyle tecelli etti diyebiliriz.  

Tüm bunlar elbette 2014’te başlamadı. Ancak,  2014 hem yakın geçmişin bazı eğilimlerinin hem de yakın geleceğin temel dinamiklerine dair ipuçlarının billurlaştığı bir yıl oldu. Dolayısıyla, bir 2014 bilançosu “nereden gelip nereye gidiyoruz?” sorusu için önemli cevaplar barındırıyor.

Bu gözle bakıldığında, 2014’ün en belirgin özelliği, neoliberal kapitalizmin dünya çapındaki krizinin derinleşmesi ve boyutlanması oldu. 2008’deki finansal çöküşle başlayan küresel ekonomik durgunluk hala aşılabilmiş değil, kısa vadede aşılabileceğine dair herhangi bir emare de ufukta gözükmüyor.
Sözkonusu durgunluk, dünya çapında iktidarların ellerindeki kaynakları kısıtlamış, iç çelişkilerini keskinleştirmiş ve yönetme kapasitelerini erozyona uğratmış durumda.  Arap İsyanlarıyla başlayıp tüm dünyaya yayılan kitlesel sokak hareketleri ve siyasal altüst oluş dalgalarının en temel sebebinin bu erozyon olduğunu söylemek mümkün.

2014’te dünya çapında siyasal entropi yeni bir yükseliş trendine girdi. Toplumsal başkaldırı dalgasının 2014’te öne çıkan durakları Meksika ve ABD oldu. Her iki ülkede de tetikleyici 

vakaların polis teşkilatlarıyla ilintili olması tesadüf değil. Neoliberalizm,  devletin küçülmesi yönündeki retoriğe karşın, güvenlik aygıtlarının olağanüstü düzeyde büyümesini ve güçlenmesini sağladı. Rıza yoluyla yönetmekte güçlük çeken iktidarlar bariz bir şekilde daha fazla zora ihtiyaç duyuyor;  yetkileri genişledikçe keyfileşen ve yozlaşan kolluk güçleri, giderek iç savaş aygıtlarını andırır hale geliyor.

Ne var ki, siyasal krizin tek tezahürü, nefes alamayan kitlelerin haklı isyanı değil. Ukrayna’daki faşizan yükseliş ve iç savaş da İsrail’in sınır ve hukuk tanımaz saldırganlığı da, yanıbaşımızdaki İŞİD barbarlığı da kendisini farklı şekillerde ifade eden aynı temel dinamikten besleniyor:  Dikiş tutmayan neoliberal kapitalizm hem bir bütün olarak etnik, dini, mezhepsel çatışmaları körüklüyor hem de olağan dönemlerin normlarının dışında kalacak, kontrol edilmesi zor, radikal ve ölçüsüz siyasal aktörlerin önünü açıyor.  

Türkiye’nin 2014 hikayesi de özgünlükler bir yana, pekala bu kriz tablosunun parçası. İş cinayetleri, polis terörü, yolsuzluklar, operasyonlar, freni patlamış bir iktidar, birbirlerini yiyen müttefikler...

Belki de bunlardan daha önemli si, bu çok boyutlu krize derman olabilecek uzun vadeli bir kapitalist restorasyonun ufukta görünmüyor olması. Günümüz kapitalizminin maddi yapısı son derece uluslararasılaşmış ve iktidar blokları finans kapitalin doğrudan boyunduruğu altına girmiş durumda. Bu hal, sistemin bekasını düşünen uzun vadeli reformist perspektifleri güçsüzleştirirken, günü kurtarmaya yönelik anlayışları hakim kılıyor ve yönsüzlük durumunu pekiştiriyor.

Çok değil bundan 5-10 yıl önce serbest piyasanın alternatifsizliğinin hikmetinden sual olunmaz bir hakikat addedildiği, kapitalizmin erdemlerinin övüle övüle bitirilemediği bir entellektüel iklimin hüküm sürdüğü düşünüldüğünde, içinde bulunduğumuz durum daha çarpıcı hale geliyor.   

Tarihin hızlı akacağı, yerleşik dengelerin ve normların sarsılacağı, beklenmedik gelişmelere, çalkantılara, şiddetli salınımlara ve altüstoluşlara gebe, ilginç ve kaotik bir çağa giriyoruz. Gelgelelim, Mao’nun meşhur “gökkubbenin altındaki her yerde  kaos var: durum harika” sözlerini gönül rahatlığıyla tekrarlayabilecek durumda değiliz. Zira, kapitalizminin yönetememe krizi solun toplumsal ağırlığını arttırması için eskiye göre daha elverişli koşullar sağlıyor olsa da, düzen karşıtı hoşnutsuzluğun beraberinde zorunlu olarak bir sol yükseliş dalgası getireceği yönünde bir tarihsel kaide yok. Bilakis, solun müdahil olamadığı kriz durumları, yukarıda sözü edilen türden sağcı, bağnaz ve faşizan düşüncelerin yeşermesi için uygun bir zemin sağlıyor.

Başa dönersek, devrimler kitleler nefes alamadıkları zaman gerçekleşir ama nefes alamayan kitleler her zaman devrim yapamazlar, yapamayınca da boğulurlar. Büyük insanlığın önünde uzun ve çetin bir sınav var. 

[email protected]