Ne tesadüf

Oyuncu olmayı kafaya koyduğum 90’lı yıllarda, annem ve babam elbette kıyameti kopartmışlardı. Nedenini sonra anladım: Hiçbir sosyal güvencesi olmayan bir işkoluydu oyunculuk onlar için. Haklıydılar da. Bunun böyle olduğunu ispat eden o kadar çok örnekle karşılaşmışlardı ki o güne kadar: Şöhretli yıldızları kimsesizlik ve yokluk içinde sönen Yeşilçam artistleri vefasız sanat camiasının park ve bahçelerinde alkol ve uyuşturucu batağında, açlıkla ölüme terk edilmiş oyuncular memleketin kim bilir hangi köşesinde, salon salon sefalet çeken tiyatrocular. Ha... Devletin bir işi olur da, efendime söyleyeyim, sigortalı olur mesela... İşte bir güvencem olur, emeklilik falan... O ayrı. O yapılacak iştir işte. Seçilecek iş öyle bir iştir. Devlet demiryollarında 30 sene devletin güvencesi altında çalışmış, sonra özelleştirmelerle, işten çıkartma tehditleriyle atölye atölye postalanmış bu terzi insanları “Devlet tiyatrosuna girerim. Hem de sigortalı” diye ayartmaya çalıştığımı hatırlıyorum. Sonuç? 5000 yıllık tiyatro sanatının yapamadığı etkiyi devlet yapmış, bizimkiler bal gibi de ikna olmuşlardı. Devlet güvencesi altında, bir devlet üniversitesinde konservatuvarı kazanıp, “haaarrrçç” parasını bursa bağladıktan sonra okumaya başladım. Devlet, okuldan sonra (beyaz eşya fiyatına endeksli bir şekilde) geri almak koşuluyla aldığım bursu taksitlendirmiş oldu tabii. Bizimkiler de ben devlet tiyatrosuna girip para kazanmaya başlayınca, devletin bana verdiği bursu geri ödeyeceğimi düşündüler.

Annemin kesin ve kararlı bir ifadeyle elini havaya kaldırıp “Ooğlum bakk... Devlette bir kuruş paran kalmaaaz, devlet de kimsede biir kuruşunu bırakmaz” deyişi hâlâ gözümün önündedir. Canım benim...

Şehir tiyatrosundan, sözleşmeli bir oyuncu olarak çalışırken ayrıldığım gün eve gidince, annem bana bir ağız dolusu “Gerizekalı oğlum”, dedi. “Şimdi git, ne halin varsa gör”. Bu hareketimle ben, devletin müşfik kanatları altında, sosyal sigorta ve emeklilik güvencesiyle var olan sanat kariyerimi bir kenara itmiş, kendimi açlıktan ağzı kokan o “kaybetmiş tiyatrocular” ile aynı fil mezarlığına terk etmiştim. Aradan 10 yıldan fazla zaman geçti. Annem hâlâ lafını eder: “Ayrılmayacaktın o devletin işinden.” O günden bu güne ne halim varsa gördüm. Ne halim varsa?

26 Şubat günü genç meslektaşım Rahmet Uysal’ın ölüm haberini bir haber sitesinde “son dakika” okudum. Ertesi gün kimi gazeteler Rahmet’ten “genç oyuncu”, diye bahsediyordu, kimisi de “ibret olsun” der gibi “tiyatrocunun intiharı” diye.

Ne olursa olsun her iki başlık da iyi eğitim almış, aklı başında, yetenekli, duyarlı ve genç bir sanatçının içine düştüğü geçim sıkıntısının profilini çiziyordu. İyi bir “neyzen” ve bir maarif müfettişinin kızı olduğunu... Haberi okuduğumda aklıma size yukarıda anlattıklarım geldi. Ailemin benim için duyduğu kaygılar, devlet tiyatrosu, sigorta, emeklilik, ikramiye, prim, şu, bu. Hamuduyla para sır gibi saklanan para . Ne hali varsa gören “tiyatrocular” .

Türkiye’de son 10 yılda intihar eden oyuncuların sayısı giderek artıyor. Ne tesadüf .

Not: 3 Mart Pazar günü Nâzım Hikmet Kültür Merkezi’nde “Tiyatrosuz Değişmez Dünya” başlıklı bir panel düzenlenecek. Semih Çelenk, Cüneyt Uzunlar, Aslı Öngören, Süreyya Karacabey, Orhan Aydın ve ben konuşmacı olarak katılacağız. Gelin. (#sanathareketi)