İçinde ne var?

Fırat Tanış'ın “İçinde ne var?” başlıklı yazısı 23 Mart 2013 Cumartesi tarihli soL Gazetesi'nde yayımlanmıştır.

– Oynuyor mu?

“Şimdi yalnızım. Ah, ben ne adi, ne satılmış kölenin biriyim! Utanmaya değmez mi: Şu oyuncu şurada yalandan, bir heyecanın hayaline kapılıp, muhayyilesinin uydurduğu şeye kendini o derece inandırdı ki, acısından bütün yüzü soldu. Gözleri yaş dolu, kendi perişan, sesi hıçkırıklar içinde, hali her hareketiyle hayal ettiklerine uygun. Hem de bütün bunlar bir hiç için! Hekabe onun nesi, Hekabe’den ona ne ki öyle gözyaşı döksün? Coşmak için onda benim sebeplerim olsaydı ne yapardı kim bilir? Sahneyi gözyaşına boğar herkesin kulağını korkunç bir hitabeyle yırtardı suçluyu çıldırtır, suçsuzu dehşete düşürür, cahili şaşkın ederdi görüp işitenleri gerçekten hayretlere salardı. Hâlbuki ben sersem, mayası bozuk herif… ”

– Hayır, oynamıyor… Belli... Besbelli… Acı mı çekiyor? Anlaşılmaz bir durum. Bu o mu sahnedeki? Yoksa Hamlet mi? Ne saçma… diye düşündü. Burada, bu gece onu izliyor olmasının gerekliliklerine odaklanmaya çalışıyordu. Bir görevi vardı. Yerine getirmek için planını aynen uygulamalı, acımasız olmalıydı. Bir an vicdanının sesini dinleyecek olsa… Olmaz…

Oyun bitti, inanılmaz bir alkış yükseldi salondan.Selam verdi oyuncular. Alkış durmadı, durmadı, durmadı. Dakikalarca sürdü. Aklına köpüren dev fıskiyeli havuzlar geldi. Duyduğu bu alkış sesi, ona bunu düşündürmüş olacak. Sonunda kapandı perde. Birazdan o kuliste makyajını silecek, terini kurulayıp önce fuayeye (orada tebrik ve hayranlıkları kabul edecek -hakkıydı doğrusu- sonra arabasına binmek için otoparka doğru gidecekti.

Şüphe çekmemeye çalışarak dışarı çıktı tiyatrodan ve karşı kaldırımda otopark çıkışıyla metro merdivenlerinin kesiştiği noktadaki büfeye oturup, bir kahve söyledi. Çok iyi biliyordu ki kahvesi daha yarıya gelmeden o tiyatrodan çıkacak -bu zamanlama hep böyle idi- ışıklarda bir süre bekleyecek ve tam önünden hiçbir şeyin farkında olmadan otoparktan içeriye girecekti.

Aynen öyle oldu.

Yarım kalan kahvesini bırakıp, arkasından otoparka girdi. Duyduğu ayak sesleri doğru yolda olduğunu söylüyordu. Derken adımlar durdu. O durmuştu. Bir kilit alarmı öttü, cik, diye. Sonra kapısı açıldı arabanın. Adımlarını hızlandırdı, derken koşmaya…

İşini bitirivermişti. Ama bu işinin bittiği anlamına gelmiyordu. Onun arabasına bindiler. Onun cesedi ile Balat’a doğru… Mekana geldiklerinde cesedi arabadan indirdi. Ne garip. Tüy gibi hafifti ceset. Sonra cesedi yukarı, otopsi masasının olduğu odaya çıkardı. Cesedi masaya yatırdı. Soydu. İki saat önce sahnede gördüğü bu mucize makinesi şimdi karşısında dal-daşak duruyor. Ne garip.

Neşterle gırtlağından göğsüne doğru iki yandan derince bir çizik attı. Sonra derisini yüzmeye başladı neşterle. Açma testeresiyle göğüs kafesini parçaladı. Şimdi asıl bakmak istediği nokta tam karşısında duruyordu.

Adamın içi boştu.