Yıldırım Türker Sınavı

Ergenekon operasyonları başladığında, Türkiye solunun bir bölümü, yaşananları derin devletin tasfiyesi ve Türkiye’nin demokratikleşmesi süreci olarak değerlendirmiş ve “sonuna kadar gidilsin” diyerek operasyonlara destek vermişti.

Operasyonlar askeri de kapsayan bir noktaya evrildiğinde, süreç bu sefer de darbeci zihniyetin ve statükonun tasfiyesi olarak değerlendirilip desteğe devam edildi. Buna göre, Türkiye’de ilk kez bir iktidar askerlere dokunma cesaretini gösteriyordu, askeri vesayet rejimi yıkılıyordu, burjuva demokratik devrimi tamamlanıyordu vs.

Aradan geçen zaman bu yanılsamayı büyük ölçüde ortadan kaldırdı. Söz konusu olan derin devletin tasfiyesi değil, el değiştirmesiydi söz konusu olan statükonun yıkılışı değil, yeni bir statükonun kuruluşuydu söz konusu olan vesayetçi rejimin ortadan kalkışı değil, yeni bir vesayetçi rejimin kuruluşuydu.

Bu anlaşıldığında dahi, kimileri, süreci desteklemekten vazgeçmediler. Bu sefer desteğin meşruiyeti bir tür rövanş/intikam mantığı üzerine oturtuluyordu. Tamam, ortada derin devletin tasfiyesi ya da demokratikleşme yoktu ama en azından geçmişi karanlık kimi isimler, bu vesileyle de olsa, işte cezaevindeydiler, işte yargılanıyorlardı, işte kudretlerini yitirmiş durumdaydılar ve sadece bu bile süreci desteklemek için yeterli bir nedendi.

Bunun mükemmel bir örneğini, Hanefi Avcı’nın tutuklanması üzerine yazdığı bir yazıda Yıldırım Türker veriyordu. Türker, 4 Ekim 2010 tarihli “Hanefi Avcı’nın Suçu Ne?” isimli yazısında, “Hepimiz birer amatör ajan kesilmiş, kısıtlı imkânlarımızla soruyoruz: ‘Hanefi Avcı’nın suçu ne?’ Gerçekten otuz yıl kadar önce pek tatsız koşullarda tanışmış olduğu anlaşılan sol militanlarla örgüt mü paylaşıyor? Yoksa kitabıyla cemaati mi kızdırdı da kafasını kopardılar?” diye soruyor ve sorduğu soruyu şöyle yanıtlıyordu: “Ben size söyleyeyim. Gerçekten umurumda değil. Hanefi Avcı’nın suçu, namlı bir işkenceci, bir nefret suçlusu olmasıdır.”

Türker, Avcı’nın hepimizin bildiği sol düşmanlığının ve işkenceciliğinin cezaevine gönderilmiş olması için yeterli olduğunu düşünüyor ve “gerisi umurumda değil” diyordu. Sanki Avcı, cemaatle, emniyet içerisindeki cemaat örgütlenmesiyle, Hrant Dink cinayetinin arkasındaki gerçeklerle ilgili bir kitap yazmamış ve sanki bu kitabın yayınlanmasının ardından tutuklanmamıştı da, işkenceci bir polis şefi olduğu için, namlı bir sol düşmanı olduğu için tutuklanmıştı.

Kendisinin soramadığı bir hesabın, başka bir şekilde soruluyor olmasından mutluluk duymanın ve böylelikle bir tür intikam almış olduğuna inanmanın tuhaflığı bir yana, Türker’in göremediği bambaşka bir şey vardı: Avcı’ya düzenlenen tertip, Avcı’yla uzaktan yakından bağlantılı olmayan bir grup sosyalistin bu tertibe dâhil edilmesiyle mümkün olabilmiş, Avcı’nın tasfiyesi süreci dönüp dolaşıp yine solu vurmuştu. Türker unutmuş olabilir ama hatırlatmak gerekiyor Bilim ve Gelecek dergisi editörü Baha Okar, RED dergisi yazarı Hakan Soytemiz ve Sosyalist Demokrasi Partisi Genel Başkanı Rıdvan Turan gibi isimler Devrimci Karargâh operasyonu ile cezaevine gönderildiler ve hâlâ tutuklular. Kim bilir, Türker belki de Avcı’yla hesaplaşılması adına bu isimlerin birkaç sene hapiste kalmalarının çok da önemli olmadığını düşünüyordur kim bilir, önemli olan Avcı gibileriyle hesaplaşmak olduğunda, bunun bir büyük operasyonun parçası olduğunu görmezden gelmek gerekiyordur.

Odatv’nin basılıp Soner Yalçın, Barış Terkoğlu ve Barış Pehlivan’ın tutuklanmasının ardından yazdığı yazı, Türker tarzı intikamcılığın bir başka mükemmel örneğiydi. 21 Şubat 2011 tarihli Radikal’de yayınlanan “Soner Yalçın Sınavı” isimli yazısında Türker, Soner Yalçın’ın “muhalif bir gazeteci değil faşist bir işadamı” olduğunu söylüyor ve kimsenin kendisinden Yalçın’ı savunur bir pozisyonda olmasını beklememesi gerektiğini söylüyordu. Avcı olayındaki tuhaflık, üstelik dozu katlanarak artmış bir şekilde, burada da işbaşındaydı. Buna göre, Soner Yalçın, insanların soyunu sopunu araştıran kitaplar yazan ve böylelikle onları ulusalcı-milliyetçi tetikçilere hedef gösteren bir ırkçıdan başka bir şey değildi. Demek ki çıkıp Voltairecilik oynamanın, “fikirlerinize katılmasam da onları savunmak için her şeyi göze alırım” tarzı bir kahramanlığın gereği yoktu, kimse Türker’den bir Gandicik beklemesindi.

Bir an için Türker’in haklı olduğunu ve Soner Yalçın’ın bir faşist olduğunu varsayalım. Tıpkı Avcı olayında olduğu gibi, aynı soruyu burada da sormamız gerekmez mi? Yalçın’ın ve Terkoğlu ile Pehlivan’ın tutuklanmalarının nedeni, gerçek nedeni nedir? Baskından bir gün önce Odatv’de yayınlanan görüntülerde, ABD ajanlarının polislere “mühimmat nasıl gömülür” dersi verdiğini görmemiş olsaydık ya da Yalçın bir televizyon kanalı kurma çabası içerisine girmemiş olsaydı, bu üç isim şu an Silivri’de olacak mıydı?

Diyelim ki bunun bir anlamı yok. Bunun yerine, Türker’in yazısında yaptığı gibi kirli savaşta ölen çocukları, toplu mezarları, yargısız infazları, faili meçhulleri aklımıza getirelim ve “bunların varlığını bilmek, bunların hesabını sormaya çalışan bir tutum benimsemek, hakikatlerin açığa çıkarılmasını istemek, günümüzde olan biteni ve Türkiye’nin nereye doğru dönüştürüldüğünü olanca çıplaklığıyla görmemize engel olabilir mi” diye soralım.

Diyelim ki meselemiz vicdan, “eğer vicdandan bahsediyorsak, Ceylan Önkol’un hayatını çalanlardan olduğu kadar, gencecik bir ismin, teğmen Mehmet Ali Çelebi’nin telefonuna 'sehven' yükleme yapanlardan da hesap sormamız gerekmiyor mu” diye soralım.

Ve diyelim ki meselemiz adalet, “tutukluluk sürecinin devrimci mahkûmlara yönelik bir cezalandırma politikasına dönüştürülmesine olduğu kadar, Perinçek, Balbay ve Tuncay gibi isimler için de bir cezalandırma politikasına dönüştürülmesine itiraz etmemiz gerekmez mi” diye de soralım.

Bu sorulara Türker’in bir yanıtı olabilir mi peki? Ben size Türker’in başka bir yazısından bahsedeyim, olabilir mi olamaz mı buna siz karar verin.

Türker 14 Kasım 2010’da “Cumhuriyet’in Riya Albümü” isimli bir yazı yazdı. Yazı 10 Kasım günü saat dokuzu beş geçe herkesle birlikte saygı duruşuna geçen Aykut Keskin isimli boyacı bir çocuğun fotoğrafı ile ilgiliydi. Türker, “çocuklarını ancak hazır olda gördüğünde sevebilen bir cumhuriyet”ten bahsediyordu yazısında. Sanki rejimin adının cumhuriyet olmasıyla Aykut’un yoksulluğu arasında bir ilişki varmış gibi, sanki mesele Aykut’un yoksulluğu değil de saygı duruşuna geçmiş olmasıyla ilgiliymiş gibi, sanki Türker’in imrendiği demokrasilerde yoksulluk yokmuş gibi bahsediyordu.

Türker’in muhalifliği, hazır olda durmaya duyulan muhaliflikten ibaretti. Bu ise kapitalizm sözcüğünü ağzına almaksızın yoksulluk edebiyatı yapabilmek ya da emperyalizmden bahsetmeden Irak işgalinde ölen çocuklar için acı çekebilmek demekti. Halbuki biraz sivilleşebilsek, biraz demokratikleşebilsek, yoksulluğun da, sömürünün de pek önemi olmayacaktı sanki, önemli olan çocuk yaşta ayakkabı boyamaya mahkûm edilmek değil de, hazır ola geçmekti sanki, düzenin adı kapitalizm değil de cumhuriyetti sanki.

“Bu sorulara Türker’in bir yanıtı olabilir mi peki” diye sormuştuk yukarıda. Dediğim gibi, “Cumhuriyet’in Riya Albümü” isimli yazıyı okuyun ve buna ondan sonra siz karar verin.