'Yerli' otomobil?

PETKİM, HAVELSAN, THY, TELEKOM, TÜPRAŞ, Ereğli Demir ve Çelik, Sakarya Traktör Sanayi, Eti Alüminyum, Eti Bakır, Eti Elektrometalurji, Eti Gümüş, Eti Krom, Seyitömer Linyitleri İşletmesi, Güney Ege Linyitleri İşletmesi, Murgul Bakır İşletmesi, Samsun Bakır İşletmesi, Yeniköy Linyitleri İşletmesi, Bursa Linyitleri İşletmesi…

Mersin Limanı, İskenderun Limanı, Samsun Limanı, Bandırma Limanı, Derince Limanı, Salıpazarı Limanı (Galataport), Tekirdağ Limanı, Çeşme Limanı, Kuşadası Limanı, Dikili Limanı, Trabzon Limanı…

Ataköy Hidroelektrik Santrali, Beyköy Hidroelektrik Santrali, Çıldır Hidroelektrik Santrali, Denizli Jeotermal Santrali, İkizdere Hidroelektrik Santrali, Kuzgun Hidroelektrik Santrali, Mercan Hidroelektrik Santrali, Tercan Hidroelektrik Santrali, Engil Gaz Türbinleri Santrali, Seyitömer Termik Santrali, Kangal Termik Santrali, Yatağan Termik Santrali, Murgul Hidroelektrik Santrali, Çatalağzı Termik Santrali, Kemerköy Termik Santrali, Yeniköy Termik Santrali, Orhaneli Termik Santrali, Tunçbilek Termik Santrali, Soma Termik Santrali…

Adana Sigara Fabrikası, Ballıca Sigara Fabrikası, Bitlis Sigara Fabrikası, İstanbul Sigara Fabrikası, Malatya Sigara Fabrikası, Tokat Sigara Fabrikası…

Kırşehir Şeker Fabrikası, Turhal Şeker Fabrikası, Çorum Şeker Fabrikası, Elbistan Şeker Fabrikası, Muş Şeker Fabrikası, Erzincan Şeker Fabrikası, Erzurum Şeker Fabrikası, Afyon Şeker Fabrikası, Bor Şeker Fabrikası ve Alpullu Şeker Fabrikası…

Listeyi daha da uzatmak mümkün ama yeterli sanırım. Bunlar 2002-2019 döneminde özelleştiren kamusal varlıkların bir bölümü. CHP Kütahya Milletvekili Ali Fazıl Kasap’ın özelleştirmelerle ilgili olarak CİMER’e yaptığı başvuruya göre, 17 yılda “11 liman, 98 elektrik santrali, 50 tesis ve işletme, 11 otel, 3 bin 917 taşınmaz ve araç muayene hizmetleri ile maden ruhsatları, makine-teçhizat, demirbaşlar, isim hakları, hizmet araçları ve markalar, varlık satışı, işletme ya da imtiyaz hakkı devri yoluyla” özelleştirilmiş.

Özelleştirme nedir? Özelleştirme açıkça bir soygun düzenidir. Halkın vergileriyle kurulmuş olan fabrikalar, sermayenin asla kendi başına yapamayacağı büyüklükteki yatırımlar, altyapısı, teknolojisi hazır kurumlar, özelleştirme aracılığıyla kamunun malı olmaktan çıkarılır ve özel şahıslara devredilir. Böylece halktan sermayeye, çoğunluktan küçük bir azınlığa servet transferi gerçekleştirilmiş olur, sermayeye yeni değerleme alanları açılır, sermayenin kârına kâr katılır.

Özelleştirme sadece kamusal zenginliğin şahıslara devri anlamına gelmez; kamuyu başka şekillerde de zarara uğratır. TÜPRAŞ, PETKİM, TELEKOM gibi kuruluşların özelleştirilmeden önce ödedikleri vergiyle şimdi ödedikleri vergi “vergi rekortmenleri listesi”ne bakılarak görülebilir. Sermaye vergi ödemekten kaçınır, kamu böylece vergi gelirleri açısından da zarar etmiş olur. TELEKOM’un içinin boşaltılması ise özelleştirmenin ne olduğuna dair ibretlik bir hadise olarak hep hatırlanmalıdır.

Özelleştirmenin doğurduğu sonuçlara verilebilecek en güncel örneklerden biri Şeker Fabrikaları’nın durumudur. Sayıştay’ın hazırladığı rapora göre, 14 fabrikası da özelleştirme kapsamına alınan ve 10’u özelleştirilen Şeker Fabrikaları’nın 2017’de 11 milyon 610 olan şeker pancarı işleme kapasitesi özelleştirme sonrası 5 milyon 525 bin tona, şeker üretimi de 1.5 milyon tondan 685 bin tona düşmüştür.

Tam da bu nedenle, Türkiye’nin tarihinde ilk kez Rusya’dan şeker ithal ettiğine ilişkin haberler şaşırtıcı değildir. Benzer bir durum diğer tarım ürünleri için de geçerlidir ve Türkiye yerli tarımın uluslararası tekellerin çıkarları adına bitirildiği bir ülke görünümündedir.

Özelleştirme ile memleketin uğratıldığı korkunç zarara başka eklemeler de yapılabilir. Yap-İşlet-Devret modeliyle yapılan ve “cebimizden bir kuruş çıkmayacak” denilen yolcu garantili, uçuş garantili, hasta yatış garantili projelerin ekonomiye getirdiği yük milyarlarca doları bulmaktadır ve bu yük uzun yıllara yayılmış bir durumda olup memleketin geleceğini ipotek altına almıştır.

Bu projelerin verildiği müteahhitler, kurulan ihale düzeni, müteahhitleri ve yandaş işadamlarını kurtarmak için kamu bankalarından verilen krediler, belediye rantlarının bölüşümü, yolsuzluk…

Tüm bunlar yan yana konulduğunda tablo netleşmektedir. On yedi yılın sonunda Türkiye, hiçbir şey üretmeyen, boğazına kadar borca batmış, zenginin daha zengin, yoksulun daha yoksul hale geldiği bir ülke durumundadır.

Bu noktada çok basit bir soru sorulabilir: On yedi yılda elde avuçta ne varsa satan, herhangi bir kalkınma ya da sanayileşme programına sahip olmayan, ülkeyi betona gömen, her yaştan milyonlarca işsiz yaratan bir iktidar, şimdi nasıl “yerli” bir otomobil yapabilir?

Ancak bu soruya başka sorular da eklenmelidir. Örneğin bir yandan Kanal İstanbul’a “ihanet projesi” denilirken, öte yandan “çatlasanız da patlasanız da bu kanalı yapacağız” diyen bir iktidarın arkasında yerlilik ve millilik adına hizaya girmek nasıl mümkün olmaktadır? Örneğin neden “bu otomobil için patent alındı mı, nerede geliştirildi, fabrika nerede, halk kandırılıyor mu, daha önce tanıtılan otomobile ne oldu” diye sormak yerine milli birlik beraberlik korosuna dâhil olunmaktadır? Örneğin bu koroya katıldıktan sonra “Tank Palet Fabrikası’nı 50 milyon dolar karşılığı Katar’a sattılar” diye feryat etmeniz ne kadar inandırıcı olabilir? Örneğin “Kanal İstanbul ile Lozan’ı ve Montrö’yü tartışmaya açıyorlar, bu bir ABD projesi” dediklerinizin aynı anda Doğu Akdeniz’de Türkiye’nin çıkarlarını koruduğunu söylerseniz, ilkine insanları nasıl ikna edebilirsiniz?

Türkiye elbette ki bir yerli otomobil yapabilirdi, hala da yapabilir. Ancak bunun için kamucu, sanayileşme ve kalkınma perspektifi olan, planlı bir ekonomi modelini hayata geçirecek, anti-emperyalist, sermayenin değil halkın çıkarlarını gözeten bir iktidarın iş başında olması gerekir. Şimdilerde akıllarına sık sık 27 Mayıs’ın “Devrim” arabası gelenler ise siyaseten bir “yerli” otomobil yapma ehliyetine sahip değillerdir. Yukarıda anlatılan ekonomik tabloyu bilinçli bir şekilde yaratanlar “yerli” otomobil falan yapamazlar, yapsalar da bununla yine bir avuç kişiyi zengin ederler, yine uluslararası tekellere hizmet ederler, tüm bunların yükünü de yine halkın sırtına bindirirler.

Kanal İstanbul, “yerli” otomobil, Libya’ya asker gönderilmesi… Bunlar birbirinden ayrı ayrı ele alınıp “iyisini destekler, kötüsüne karşı çıkarız” denilebilecek şeyler değildir. Bu iktidar da “iyi icraatlarını destekleriz” denilebilecek bir iktidar değildir, öyle olmamayı bizzat kendi tercih etmiştir.

Ortada on yedi yılın sonunda giderek hikâyesini tüketen bir iktidarın yeni bir hikâye arayışı vardır ve hem muhalif olup hem de bu hikâye yaratım sürecine orasından ya da burasından destek vermek mümkün değildir. Dünüyle bugünüyle, kanalıyla arabasıyla bu hikâyeye topyekûn bir şekilde karşı çıkılmalıdır.

Bu kadar basit şeyler bile on yedi yılın sonunda eğer hala anlaşılmadıysa, hiçbir şey anlaşılmamış demektir.