Yeni Rejimin Kürt Sorunu

Cumhuriyetin Kürt sorununa bakışı ve bu bakış üzerinden şekillenen söylem, farklı tarihsel dönemlerde farklı içeriklere sahip oldu.

Söylem kimi zaman Kürtlerin varlıklarını inkâr edip onları “dağ Türkleri” olarak kodlarken, kimi zaman ise sorunu yeni kurulan ulus-devletin merkezileşme çabalarına karşı çıkan yerel güçlerin isyanı olarak algılıyor, daha doğrusu öyle algılanmasını arzuluyordu.

Bu arzuya koşut olarak, Kürt isyanlarının birer şaki ayaklanması olduğuna ilişkin iddialar gündeme getiriliyor ve sorun böylelikle eşkıyalara karşı verilen bir asayiş mücadelesine indirgeniyordu.

Aynı söylem kimi zamanlarda ise Kürt isyanlarını laikleşme politikalarına direnen irticai güçlerin bir kalkışması olarak değerlendiriyor ve böylelikle ortada etnik bir mesele yokmuş gibi davranıyordu. İsyanların gerisinde cumhuriyeti yıkarak saltanatı ve hilafeti getirmek isteyen güçler bulunuyordu.

60’lı yıllardan itibaren solun yükselişiyle birlikte, sorunun bir kalkınma ve azgelişmişlik sorunu olduğu yönündeki görüşler popülerlik kazanmaya başladığında, bölgenin geri kalmışlığı söylemin merkezine değil ama bir kıyısına iliştiriliverdi. Buna göre Kürt sorunu ancak azgelişmişliği ortadan kaldırarak çözülebilirdi.

PKK ile başlayan süreçte ise söylem neredeyse bütünüyle bir dost-düşman ikiliği üzerinden şekillendi. Öcalan’ın Ermeniliğinden örgütün hem bölgesel hem de küresel güçlerin bir maşasından ibaret olduğuna kadar uzanan ezber söylemin merkezine yerleşti. Sağ-sol çatışmasının bittiği yerde ASALA, ASALA’nın bittiği yerde PKK ortaya çıkıyordu.

Anlaşılacağı üzere rejim, kurulduğu andan itibaren Kürt sorununu bir bağlama oturtma çabası içerisine girmişti. Bu bağlam kimi zaman asayiş, kimi zaman irtica, kimi zaman merkezileşmeye direnme oluyordu.

Rejimin Kürt sorununa baktığında tek görmediği, daha doğrusu görmek istemediği ise sorunun etnik boyutuydu cumhuriyet, sorunu bir etnik sorun, “Kürt sorunu”, olarak görmemekte ısrar ediyordu.

Bugünden geriye doğru bakıldığında, Kürt sorununun etnik bir sorun olarak değil de başka sorunların bir parçası olarak görülmesinin modernleşme ve uluslaşma süreci açısından anlaşılabilir bir tarafının olduğunu söylemek mümkün görünüyor. Çünkü geç modernleşen ve geç uluslaşan bir devletin, merkezileşme ve uluslaşma sürecini engellediğine inandığı bir sorunu, meselenin özünü inkâr etmek pahasına da olsa, kendi dünya algılaması içerisinde çözebileceğine inanmasında şaşırtıcı bir yan bulunmuyor.

Rejim, en azından 1980’lere kadar, Kürt sorununu uluslaşma ve modernleşme süreci içerisinde çözebileceğine inanıyor, aydınlanmanın ve modernitenin dili içerisinden konuşuyor.

Rejimin çözüldüğü ve yerine bir yenisinin, ikinci cumhuriyetin kurulduğu bir zaman diliminde ise Kürt sorununa bakışının değişmemesinin imkânı bulunmuyor rejim değişirken Kürt sorununun algılanma ve algılatılma biçimi de çok açık bir şekilde değişiyor.

Yeni rejim açısından bakıldığında artık sorun ne uluslaşma ne modernleşme ne de merkezileşme sürecine direnmekle ilgili. Sorunun hiçbir şekilde irticai bir boyutu da bulunmuyor. Yeni rejim açısından bakıldığında, Kürt sorununun temelini Kürt hareketinin yeni rejimin diliyle konuşmaması oluşturuyor.

Kürt hareketi, özellikle illegal kanadı, halen ve ısrarla, birinci cumhuriyetin kimi unsurlarının da kısmen sahiplendiği aydınlanma, laiklik, sekülarizm, kamuculuk, halkçılık gibi değerlerin merkezinde durduğu bir söylemi dillendiriyor.

Tam da bu nedenle, Kürt hareketinin illegal kanadının Ergenekon’un bir uzantısı olduğu, Aleviler tarafından kontrol edildiği, dinsizliği, örgüt yöneticilerinin 80 öncesinde Türkiye solu içerisinde yer almaları nedeniyle Kemalizm’le aralarına mesafe koyamadığı gibi iddialar, özetle söylediğinde Kürt hareketinin birinci cumhuriyetin bir uzantısı ve onun paradigması içerisinden konuşuyor oluşu, seçim meydanlarından köşe yazılarına uzanan bir söylemsel ağ içerisinde kamuoyuna sunuluyor.

Kürt hareketi, AKP’ye oy veren % 50 ile MHP’ye oy veren % 14’lük dilimin, yani Türkiye toplumunun yaklaşık % 65’inin, yani Sünni-muhafazakâr bloğun ötekisi olarak sunuluyor.

Bu blok, Kemalistlerle Kürt hareketine aynı ölçüde husumet duyuyor, ordunun kimi mensuplarıyla Kürt hareketinin illegal kanadının gizli bir işbirliği içerisinde olduğuna ve örgütün Alevi-Kemalist-ateist-komünist bir grup tarafından yönetildiğine inanıyor. Seçim meydanlarında dile getirilen Silivri-Kandil hattı bu bloğun hakikat dünyasında bir fanteziye değil bir gerçekliğe işaret ediyor.

Yeni rejim Kürt hareketini bu şekilde kodladığı için, sorunun çözümü de bu kodlama üzerinden şekilleniyor. Sorunun çözümü Kürt hareketinin tasfiyesini ve böylelikle Kürt halkının siyasi temsilciliğinden çıkarılmasını gerektiriyor. AKP-cemaat koalisyonu, Türklerle Kürtleri birleştiren asıl olgunun din olduğuna, hareketin Kürt halkının küçük bir kısmını temsil ettiğine, etkisizleştirilmesi halinde bir Kürt AKP’sinin kurulabileceğine ve sorunun bu şekilde çözülebileceğine inanıyor.

İşte tam da bu nedenle sivillerin komuta ettiği bir savaşın hazırlıkları yapılıyor. Sivil, günümüz Türkiye’sinde zamanın ruhunu anlamak açısından en önemli sözcük olma niteliğini taşıyor. Valilerin komutanlık görevini üstlendiği, polisin savaşın merkezine yerleştirildiği, meşruluğu Sünni-muhafazakâr söylem üzerinden tesis edilecek yeni ve sivil bir savaş bu.

Dolayısıyla 90’lara dönmüyoruz aslında. Evet, kısa vadede şiddetin yükseltileceğini ve yeni bir düşük yoğunluklu savaş konseptine gireceğimizi söyleyebiliyoruz ama bu sefer bambaşka bir durumla karşı karşıyayız. Artık karargâh Genelkurmay değil Emniyet, artık savaşın komutası sivillerde bulunuyor, artık önemli olan bordo bereliler değil özel harekâtçılar, artık önemli olan ulus değil, Sünni kardeşliği.

90’lar birinci cumhuriyetin bitişini haber veren çürüme yıllarıydı, 2000’ler ise yeni bir rejimin inşa edildiği yıllar olarak geçecek tarihe. Kürt hareketinin tasfiyesi bu inşa süreci açısından bir zorunluluk teşkil ediyor. Yeni rejimin ilan ettiği Kürt savaşının gerisinde işte tam da bu zorunluluk bulunuyor. Çünkü yeni rejimin mutlak egemenliğini tesis edebilmesi için, Kürt hareketi de dâhil, birinci cumhuriyetten geriye kalan bütün siyasal öznelerin denklemin dışına çıkarılması gerekiyor