Yeni Rejim ve Muhalifleri

Artık biliyoruz, adına olanca zalimlikleriyle ve utanmazlıklarıyla “Hayata Dönüş” dedikleri operasyonu, günler öncesinden, bir katliam planı olarak kurgulamışlar. Gazetelere “sahte oruç kanlı iftar” diye alçakça manşetler attıranlar, “Tufan Planı”yla ölüm oruçlarını kanla bitirmeyi ve siyasi mahkûmları F tipi hücrelere ne pahasına olursa olsun nakletmeyi çok önceden tezgâhlamışlar.

Bugünden geriye doğru bakıldığında, Hayata Dönüş Operasyonu’nu basitçe bir “hapishane reformu” olarak görmek mümkün değil. Operasyonun ana amacı siyasi mahkûmları F tipi cezaevlerinde tecrit etmek ve böylelikle “ıslah etmek” olsa da, bir süreç olarak Hayata Dönüş, bundan çok daha fazlasına işaret ediyor: Toplumsal muhalefetin şiddet yoluyla ezilmesine, solun toplumla olan bağlarının koparılmasına ve böylelikle “marjinalleştirilmesine”, bir iktidar aygıtı olarak F tipi mekanizmasının hayatın her alanına yayılmasına, yani mutlak bir gözetim toplumunun inşasına ve böylelikle iktidarın hayatın her alanını kontrol edebilmesine!

Yeni rejimi, süreklileşmiş bir hayata dönüş operasyonu olarak görmek mümkün. Bir süredir yaşanan süreci bu köşede “hayatın hapishaneleştirilmesi” olarak adlandırıyoruz. Hayatı hapishaneleştiren, bir “Big Brother” gibi çalışan, herkesi izleyen ve dinleyen, her yerde hazır ve nazır bu rejimi, F tipi bir rejim olarak adlandırmak mümkün görünüyor, rejimin rafineleşmiş otoriterliği ve bütün bir toplumsal yaşamı total bir şekilde kontrol etme isteği buna imkân veriyor.

Ancak siyasal terminolojide F tipi terimi uzunca bir süredir başka bir mekanizmayı daha açıklamak için de kullanılıyor, terim Emniyet içerisindeki cemaatçi örgütlenmeye işaret ediyor. Geldiğimiz noktada ise cemaat örgütlenmesinin Emniyet sınırlarının dışına taşarak neredeyse bütün bir devlet aygıtını kontrol eder hale geldiği, bununla da yetinmeyip toplumsal hayatı kuşattığı görülüyor.

Daha önceki KPSS ve şimdilerdeki YGS skandalları bu kuşatmayı bize açık bir şekilde gösteriyor. 1990’larda öğrenci olanlar, üniversite sınav sorularının cemaat dershanelerine daha önceden sızdırıldığına ya da polislik sınavlarındaki skandallara dair haberleri sürekli işitirlerdi ancak bir türlü kanıtlanamadığından bu haberler bir şehir efsanesi gibi algılanırdı. İşte cemaat eğitim alanından ve Emniyet’ten Türkiye’nin bütün gözeneklerine sızdıkça iş KPSS ve YGS’ye müdahil olmaya, bu sınavların sorularını ele geçirmeye ve yandaşlara dağıtmaya kadar geldi. Bu artık Türkiye’nin herkesçe bilinen en büyük sırrı.

O halde, inşa edilmekte olan yeni rejime ilişkin yapacağımız tespitlere, hapishaneleştirilen ve cemaatleştirilen bir hayattan söz ederek başlayabilir ve hapishaneleşme ile cemaatleşmenin bir sentezi olduğu için bu yeni rejime F tipi rejim adını verebiliriz: Mutlak bir kontrol ve mutlak bir biat arzusuna dayalı, grev yapan işçilere deli gömleğini reva gören, şifrenin hesabını soran öğrencilere “sizin karşınıza beş on bin genç çıkarmayı da biliriz” diyebilen bir tek adamın yönettiği, parti ve cemaatle devletin içiçe geçtiği, ordunun değil polisin güç sahibi olduğu, kameralarla ve dinleme cihazlarıyla sembolize olan yeni bir rejim.

Nerede bir rejim varsa kaçınılmaz olarak bir de rejim muhalifliği olacaktır. F tipi rejimin daha henüz inşa halindeyken kendi muhaliflerini yaratmaya başladığını görüyoruz. Hak mücadeleleri, piyasalaşmaya karşı savaşan sağlık çalışanları, özellikle Nedim Şener ve Ahmet Şık’ın gözaltına alınmasıyla birlikte seslerini çıkarmaya başlayan basın emekçileri, memleketin toprağını suyunu satanlara karşı “Anadolu’yu vermeyeceğiz” diyen binlerce insan, sivil itaatsizlik eylemlerine katılan Kürt yoksulları, Samsun’da direnen tütün işçileri, yumurtayı bir toplumsal muhalefet simgesi haline getirenler, olanca yaratıcılıkları ve öfkeleriyle ülkenin bütün şehirlerini kaplayan liseliler… Yani F tipi rejime boyun eğmeyenler, yani rejim muhalifleri!

Ülkeye sahip çıkıyorlar, ülkenin ve kendilerinin geleceğine sahip çıkıyorlar, eşitçe ve özgürce yaşayabileceğimiz bir Türkiye istiyorlar.

Ve onları belki de en iyi Alman Liseli öğrencilerin Emre Aköz’e cevaben yazdıkları aşağıdaki satırlar anlatıyor, çünkü onlar, yeniyi, geleceği, yarını, yarının Türkiye’sini temsil ediyorlar:

“Bizler, sizin tek kelimeyle 'veletler' olarak geçtiğiniz insanlar olmanın ötesinde, okuyup düşünen, sorgulayan ve derdini insanca anlatmaya çalışan, geleceğine sahip çıkan, lise öğrencileriyiz. Yazınızda eylemin liselilere “yaptırıldığını” yazarak sadece Alman Lisesi öğrencilerine değil, hakkını savunmak için sokaklara dökülen bütün liselilere hakaret etmişsiniz. Liselilerin bu eylemleri yönlendirme olmadan, baskı altında kalmadan hatta ‘merkezi kimlikleri’ savunup ‘ötekileştirmeyi’ meziyet sayan bazı gerici okul yönetimlerinin baskılarına karşı, kendi özgür iradeleriyle gerçekleştirdikleri açıktır. Öğrencileri yönlendiren birilerini mi arıyorsunuz? Bizi yönlendirenler, aklımız, cesaretimiz, umudumuz ve aydınlık yarınlara duyduğumuz özlemdir. (…) Alman Liseli öğrenciler olarak, diğer liselerden kardeşlerimizle, bizi destekleyen sanatçılarla, velilerimizle, akademisyen ve öğretmenlerimizle birlikte, geleceğimizi çalmaya çalışan karanlığa karşı İstiklal Caddesi’nde yaktığımız ateşten birileri rahatsız olmuştur. Bu ateş, provokatörlerin değil, hak ve hukuk, eşit ve nitelikli eğitim arayanların ateşidir. Ve biz inanıyoruz ki hür irademizle yaktığımız bu ateş bir yangın gibi büyüyerek bütün gençliğe yayılacak, ülkemizi aydınlatacaktır.”