Ya Şehitsin Ya Terörist

İktidarın sivilleşme hamlelerinin vardığı nokta, “terör saldırıları”nda hayatlarını kaybeden yurttaşların da “şehit” kategorisine dâhil edilerek şehitlerle aynı haklardan yararlanmalarının sağlanması oldu gurur duymalıyız, artık biz siviller de şehit olabileceğiz.

Bir, bu haber, yıllardır “sivil sivil sivil“ diye tıslayanlar için hayli sevindirici olmalı ve iki, eğer Sartre günümüz Türkiye’sinde yaşasaydı, “liberal iğrenç bir sözcüktür” demek yerine, ya da onunla eş anlamlı olarak, “sivil iğrenç bir sözcüktür” demeyi de tercih edebilirdi.

Hepimizin günün birinde şehit olabilme ihtimali ve devletin her birimizi potansiyel birer şehit olarak görmesi, gelecek günlerde bu ülkede yaşanabileceklere dair kötü bir işaret değilse ne? Yakın bir gelecekte bu topraklarda yeniden kardeş kanı dökülmeye başlayacakken ve hepimiz ülkenin herhangi bir yerinde kör şiddete kurban gitmek tehlikesini hiç olmadığı kadar daha yakından hissediyorken, bize vaat edilen tek şeyin öldükten sonra şehit sayılacağımızı bilmek olması… Ahvalimiz budur.

Peki bu şaşırtıcı mı? Olmamalı. Yumurta atmaktan pankart açmaya, duvara yazı yazmaktan puşi takmaya varan son derece kapsayıcı bir terör ve terörist tanımının bulunduğu, mahkemelerinde Kafka’nın Dava’sına taş çıkartan saçmalıkta duruşmaların görüldüğü, tutuklu yargılama adı altında insanların ömürlerinden ömür çalındığı, yani herkesin her an terörist kategorisine dâhil edilebildiği bir ülkede, bu kategoriye dâhil edilmeyenlerin potansiyel birer şehit olarak görülmelerinden daha doğal ne olabilir ki?

Potansiyel şehitlikle, potansiyel teröristlik… Her an ölüp gidebileceğini bilmekle, her an cezaevine konulabileceğini bilmek arasındaki ince çizgi. Terörist değilsen şehitsin ve elbette ki tersi: Şehit değilsen teröristsin.

Herkesin şehitlikle teröristlik arasındaki belirsizlik mıntıkasında yer alır hale gelişinin esas sebebinin ilan edilmemiş olağanüstü hal olduğunu söyleyebiliriz. Bu noktada Carl Schmitt’i ve onun şu sözünü hatırlayalım: “Egemen, istisna durumuna (olağanüstü hale) karar verendir.” İstisna durumu, devletin bekasının tehlikede olduğuna egemenler tarafından karar verilmesiyle ortaya çıkar ve kararın ardından hukuk askıya alınır, artık egemen hukukun dışındadır ve devletin bekası adına her şeyi yapmaya yetkilidir.

Günümüz dünyasının ayırt edici özelliklerinden biri, devletin bekasını sürekli bir tehdit altında hissetmesi, bu nedenle de istisna durumunun (olağanüstü halin) süreklileşmesidir, günümüz dünyası ilan edilmemekle birlikte süreklileşmiş küresel bir olağanüstü hale tanıklık etmektedir.

İlan edilmemiş olağanüstü hal durumunda hukukun resmen askıya alınmasına gerek yoktur, anayasal haklar kâğıt üzerinde varlığını devam ettirmektedir ancak haklardan yararlanabilme “seçmeli” bir niteliğe kavuşmuştur kimlerin anayasal hakları olduğuna ve bunlardan ne zaman ve nasıl yararlanabileceğine egemen güç karar verir.

Guantanamo ya da Ebu Gureyb Cezaevleri süreklileşmiş olağanüstü halin somutlaştığı mekânlar olarak görülebilir. Bu cezaevlerine konulan mahkûmların belli bir hukuki statüsü bulunmamaktadır, temel insan haklarından da anayasal ve diğer kanuni haklarından da mahrum bırakılmışlardır, gözaltında ne kadar tutulacakları, ne zaman hâkim karşısına çıkacakları, uluslararası hukukun hangi hükümlerine göre yargılanacakları vs. belli değildir.

Guantanamo ve Ebu Gureyb’le tıpatıp aynı olmamakla birlikte, başta Silivri Cezaevi olmak üzere Türkiye cezaevlerini de süreklileşmiş olağanüstü halin somutlaştığı mekânlar olarak görmemiz mümkündür. Hem anayasal haklarının hem de temel insan haklarının önemlice bir bölümünden mahrum edilmiş binlerce kişi, devletin bekasını tehlikeye düşürdükleri kanısıyla ve dolayısıyla terörist suçlamasıyla bu cezaevlerinde tutulmaktadır.

Devletin bekasını tehdit altında gördüğü ve böylelikle yurttaşlarını potansiyel şehitlikle potansiyel teröristlik arasındaki belirsizlik mıntıkasına dâhil ettiği süreklileşmiş olağanüstü hal rejiminde, hakları askıya alınanlar yalnızca siyasi mahkûmlar değildir. Böylesi bir durumda, bütün bir toplumsal muhalefet, kolaylıkla terörist olmakla itham edilebilir ve bütün eylemlere terörizm damgası vurulabilir.

Toplumsal muhalefetin potansiyel terörist olarak görülmesinin doğal sonucu ise kâğıt üzerinde varlığını devam ettiren anayasanın kimi maddelerinin iktidar tarafından geçici olarak askıya alınabilmesi olacaktır.

Değiştirmeyi çok istedikleri 82 Anayasasının 34.maddesine bakalım: "Herkes, önceden izin almadan, silahsız ve saldırısız toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleme hakkına sahiptir.''

Bu maddenin, kâğıt üzerinde yürürlükte olmasına rağmen fiilen askıya alınmasının en güncel iki örneği Newroz’da ve KESK’in 4+4+4’e karşı düzenleyeceği protesto eylemlerinde karşımıza çıktı. Her iki eylem de güvenlik gerekçesiyle yasaklandılar ve böylelikle en temel anayasal haklardan biri –daha önce de defalarca yapılmış olduğu gibi- çiğnenmiş oldu.

Bir de yetmez ama evet alkışlarıyla 12 Eylül referandumunda değiştirilen haliyle 23.maddeye bakalım. Madde açık: “Herkes yerleşme ve seyahat hürriyetine sahiptir.”

Peki KESK eylemi sürecinde yaşananlara ne demeli? Eskiden Ankara ya da İstanbul gişelerinde durdurulmasına alıştığımız otobüslerin, ileri demokrasi döneminde yaşadığımızdan olsa gerek, bulundukları kentlerden kalkmalarına dahi izin verilmedi ve emekçiler en temel haklarını kullanmaktan mahrum edildiler. Yani anayasa, geçici olarak ve bir grup insan için yine askıya alındı, yani ilan edilmemiş ve süreklileşmiş olağanüstü hal, KESK üyeleri için bir kere daha devreye girmiş oldu.

Geçerken not edelim, 82 Anayasasının özgürlüklerle ilgili hükümlerine dahi uymayanların bu anayasayı değiştireceklerini ve demokratik bir anayasa yapacaklarını iddia etmeleriyle, anayasayı istedikleri zaman askıya alanların anayasal düzeni değiştirmek suçlamasıyla Kenan Evren’i yargılamaları berbat birer komedi örneği olarak karşımızda duruyor.

Süreklileşmiş olağanüstü hal çağındayız, potansiyel şehitlikle potansiyel teröristlik arasındaki belirsizlik mıntıkasındayız, çıkış noktasını arayacağımız yer demek ki burası, buradayız.