Türkiye’nin Sağcılaştırılması: Devlet ve Türk Sağı II

Türk sağının söylemsel kuruluşunda mazlumiyet ve mağduriyet her daim merkezi öneme sahip olmuştur. Milliyetçisinden İslamcısına muhafazakârından milliyetçisine kadar Türk sağının bütün unsurları devlet tarafından mağdur edildiklerini ve zulme uğradıklarını iddia etmişlerdir. “Öz bilinç sahibi bürokrasinin kendi dışındaki bütün siyasal özneleri siyasal alanın dışına ötelemesinin tarihi” olarak okunabilecek bir tarih kurgusu içerisinde, milliyetçilerin “mağduriyet”i 1944 ırkçılık-Turancılık davası ile başlar 12 Eylül MHP davası ile doruk noktasına ulaşır. İslamcılar ve muhafazakârlara göre İstiklal Mahkemeleri, başta harf ve şapkaya ilişkin olanlar olmak üzere inkılâplar, tekkelerin, zaviyelerin kapatılması vs. devlet tarafından uğradıkları zulmün birer göstergesidir. Liberaller ise kendilerini 80 yıllık devletçi, jakoben, vesayetçi, militer rejimin mağdurları olarak kodlarlar.

Oysa modern Türkiye’nin tarihi, özellikle 1930’ların sonlarından itibaren açıkça “Türkiye’nin sağcılaştırılması”nın tarihidir. Burada sağcılaştırma derken bir yandan milliyetçiliğin, muhafazakârlığın ve İslamcılığın anti-komünist savaşta birer araç haline getirilmesini ve öte yandan piyasacılık anlamında liberalizmin devreye sokulmasını ve sağcılığın bütün unsurlarının birbiri ile organik bir ilişki içerisine sokularak toplumsallığın bütünüyle kuşatılmasını kastediyorum.

Daha 1930’ların sonunda, yani devletin tarafsızlık görünümü altında Nazi Almanya’sı ile gizli bir müttefiklik ilişki içerisine girdiği yıllarda Türkiye’de ardı ardına Nasyonal Sosyalizm propagandası yapan yayınlar çıkarılmaya başlandı. Nihal Atsız ve Reha Oğuz Türkkan gibi Türkçü-faşistler tarafından çıkarılan bu yayınlarda mütemadiyen Türkiye’nin Almanya’nın yanında savaşa girmesinin ve Sovyetler Birliği’ne karşı bir cephe açmasının gerekliliğinin propagandası yapılıyordu, böylelikle Sovyetler Birliği yıkılacak ve “esir Türkler” kurtarılıp Turan İmparatorluğu kurulabilecekti. Tek Parti rejimi, 1944 yılının Mayıs ayında, Almanya’nın savaşı kaybedeceğini anladığı anda, Sovyetler Birliği’ne bir iyi niyet mesajı olarak da görülebilecek bir şekilde, Irkçılık-Turancılık davasını açarak, Türkçü-faşist akımı tasfiye etmeyi tercih etti.

Aynı tek parti rejimi 2.Dünya Savaşı bitip, batı bloğuna eklemlenme Türkiye burjuvazisi için bir zorunluluk haline gelince, bu sefer de anti-komünist bir teyakkuz hali yaratıp, milliyetçi muhafazakâr kitleleri mobilize ederek, önce 1945’te Tan Matbaası baskını olayını tertipledi, 1948’de ise DTCF baskını ile solcu üniversite hocalarını akademi bünyesinden uzaklaştırdı. Aynı dönemde CHP, 13 Aralık 1947’de düzenlediği Yedinci Kurultay’ın ardından 1930’ların laiklik anlayışını yumuşatıyor, 1949 yılında İslamcı bir isim olan Şemsettin Günaltay’ı başbakanlığa getiriyordu. Aynı yılın ocak ayında İmam-hatip kursları açılırken, Şubat ayında ise ilkokul 4 ve 5. Sınıflarda din dersi okutulmaya başlanacak ve İlahiyat Fakültesi’nin açılabilmesi için yasal düzenlemeler yapılacaktı. IMF ve Dünya Bankası ile ilk anlaşmalar da bu dönemde, 1947 yılında imzalandı.

Manzara açıktı: Batı bloğuna eklemlenme ve ülkeyi Soğuk Savaş’ta bir cephe haline getirme stratejisi toplumun sağcılaştırılmasını gerektiriyordu. İşte bir ideoloji olarak Türk sağı, böyle bir konjonktür içerisinde kendini inşa etti ve tam da bu nedenle, özellikle muhafazakarlık ve İslamcılık, cumhuriyeti ve Kemalizm’i doğrudan karşısına almak yerine, anti-komünizmi söyleminin merkezine yerleştirdi. Cumhuriyet’le Kemalizm’i de ancak bu ikisinin sola açılması söz konusu olduğunda eleştirmeyi tercih etti. Anti-komünizm aynı zamanda Türk sağının birbiriyle iç içe geçmişliğinin temelini de oluşturdu. Bir anti-komünist aynı anda komünizme karşı verilecek cihadın bayraktarlığını yapabilmekte (İslamcılık), toplumsal kurum ve geleneklerini komünistlerin saldırılarına karşı muhafaza edebilmekte (muhafazakârlık) ve kökü dışarıdaki bu ideolojiye karşı milletini ve milli kimliğini (milliyetçilik)koruyabilmekteydi.

***

Devlet ve Türk sağı arasındaki ilişkinin varoluşsal bir veçheye kavuşması ise elbette ki 60’ların ortalarından itibaren, yani Türkiye’de sol yükselmeye başladıktan sonra söz konusu oldu. Ülke zaten, 27 Mayıs kesintisini saymazsak 1950’den beri merkez sağ tarafından yönetilmekteydi. 60’ların ortalarından itibaren devletin kendisini bir iç savaş devleti olarak tahkim etmesiyle birlikte önce MHP bir paramiliter güç olarak siyaset sahnesine çıktı, ardından ise siyasal İslam’ın partileşme süreci başladı. MHP’nin seküler faşizminin komünizme karşı verilecek mücadelede yeterince mobilize edici olmadığı anlaşıldığında devreye İslam sokuldu ve Türk-İslam sentezi 70’lerin başından itibaren Türk sağının esas söylemi haline geldi. Aynı dönemde özellikle Nakşibendîlik ve İskender Paşa Dergâhı, sokaktan uzak duruyor ve bürokrasi içerisinde elit bir örgütlenmeye gidiyor, diğer tarikatlar ise Kuran Kursu ve İmam Hatip Lisesi açılması faaliyetlerine yoğunlaşıyorlardı. Aynı dönemde Ülkü Ocakları sağcı üniversite gençliğinin sokak gücü olarak görev yaparken Milli Türk Talebe Birliği, muhafazakâr gençleri bünyesinde topluyor ve onların mezun olduktan sonra bürokrasi içerisinde kadrolaşmalarını amaçlıyordu. Bir grup milliyetçi-muhafazakâr entelektüel tarafından kurulan Aydınlar Ocağı ise özellikle Yön ve Devrim dergilerinin devlet kadroları içerisinde gördükleri teveccühe ve bürokrasinin solculaşması tehlikesine karşı teyakkuz halindeydi ve solun eline geçmeye başlayan düşünsel ve kültürel hegemonyayı kırmayı amaçlıyordu. 70’lerin iç savaş kabineleri olan Milliyetçi Cephe hükümetlerinin kuruluşunda Aydınlar Ocağı mensupları önemli rol oynadılar. 12 Eylül darbesinden sonra ise cunta tarafından bürokrasinin ve üniversitelerin kilit noktalarına yerleştirilerek taltif edileceklerdi.

12 Eylül’ün üzerinden geçen 29 yılın ezici çoğunluğunda ülkeyi merkez sağ partiler yönetti. Tek partili ANAP dönemi, DYP’li koalisyonlar ve son olarak yine tek partili AKP döneminde devlet piyasacılıkla gericiliğin sentezlenmesine uygun bir şekilde dönüştürüldü. Sosyal demokrasi de bu dönüşüme koltuk değnekliği yaptı. Batıdaki yeni sağ akımlara koşut bir şekilde devlet mutlak bir şekilde liberal ve muhafazakâr kadroların eline geçti ve dünya sistemine bu doğrultuda eklemlendi. AKP iktidarı ise 40’larda başlayan süreci, yani 1923 paradigmasının tasfiyesi sürecini büyük ölçüde nihayete erdirdi ikinci cumhuriyet, ilan edilmek için anayasasını bekliyor.

Tüm bu anlatılanlardan sonra devletle Türk sağı arasındaki ilişkinin, merkez-çevre ya da bürokratik elitlere karşı muhafazakâr halk ikilemi üzerinden anlaşılamayacağını söyleyebiliriz. Modern Türkiye’nin tarihi, hem ulusal hem de uluslararası ölçekte sınıf mücadelelerinin tarihidir, sınıf mücadeleleri ise iki sınıfın meydanlarda birbiriyle göğüs göğse çarpışması anlamına gelmez. Soğuk Savaş dönemi boyunca Türk sağı anti-komünist histeriye uygun bir şekilde devlet iktidarını ele geçirme planını uygulamış, toplumsal yaşayışı da tarikat-cemaat ağları ile büyük ölçüde kontrol altına almıştır. Dolayısıyla bugün karşımızda on yıllardır süren bir sağcılaştırma operasyonuna maruz bırakılmış, yani zihnen iğdiş edilmiş bir ülke bulunmaktadır. Türkiye solunun ivedilikli görevi, toplumu solculaştıracak bir stratejiyi nasıl hayata geçirebileceği, bunun mekanizmalarını ve kanallarını nasıl inşa edebileceği üzerine kafa yormaktır.