Türk Sağı, Yerlilik ve Demokrasi

“Ağaçların bile sola eğildiği” 1960’larda CHP, Türkiye İşçi Partisi’nin yükselişini durdurabilmek adına “ortanın solu”nda olduğunu ilan etmek zorunda kalıyor ve “Düzenin Yabancılaşması” İdris Küçükömer’in CHP’nin neden solda olamayacağını açıklama çabalarının bir ürünü olarak ortaya çıkıyordu. Düzenin Yabancılaşması’nı bugün dahi tartışılan bir kitap haline getiren ise Küçükömer’in CHP’nin sol bir parti olmadığını kanıtlamak adına, tarihsel şemayı tersine çevirmesi, yani İttihat Terakki ve CHP çizgisini sağa, Prens Sabahattin, Hürriyet ve İtilaf, ilk TBMM’deki İkinci Grup, Terakkiperver Fırka, Serbest Fırka ve Demokrat Parti çizgisini ise sola yerleştirmesiydi. Yani Türkiye’de sol “Yeniçeri-esnaf-ulema birliğinden gelen doğucu-İslamcı halk cephesi”ne dayanırken sağ “batıcı-laik bürokratik gelenek” tarafından temsil ediliyordu.

Küçükömer’in İttihat-Terakki/CHP çizgisini sağa yerleştirirken kullandığı ana argüman, bu çizginin izlediği politikalarla “üretim güçlerinin daha süratli gelişimini engellemiş” olmasıydı ve bu nedenle de Türkiye’de bir sınıf hareketi doğmamıştı. Aynı zamanda bu çizgi her zaman geniş halk kitlelerinden kopuk olmuş ve giderek ona yabancılaşmış, oysa doğucu-İslamcı halk cephesine dayanan “sol” kanat, geniş kitlelerin desteğini almayı başarabilmişti ve bu anlamıyla da daha “halkçı” bir karakter taşımaktaydı.

Bu yazının meselesi Küçükömer’in sağı ve solu tarif ediş biçimini ya da “üretim güçlerinin süratli gelişimini engellemek”le kastedilenin belirsiz niteliğini tartışmak değil. Meselemiz esas olarak Türk sağının kitlelerle kurmuş olduğu ilişkide en baştan beri kendisini “merkez”e karşı “çevre”nin, “batıcılar”a karşı “mütedeyyin halk kitleleri”nin ya da “bürokratik elit”e karşı “millet iradesi”nin temsilcisi olarak göstermesi ve hem “yerlilik” hem de “demokrat” kimliğini bunun üzerinden kurguluyor oluşu.

Sahiden de, Küçükömer’in yanlış bir biçimde sola yerleştirdiği Türk sağı, en başından beri kendisini milletin gerçek temsilcisi olarak sunmayı tercih etti Demokrat Parti’nin iktidarı aldığı 1950 seçimlerinde kullandığı “yeter söz milletindir” sloganı bu bağlamda hayli manidardı. DP bu sloganla, o güne kadar ülkeyi milletin değil, bir grup CHP’linin yönettiğini ve şimdi yönetme sırasının millete ve onun “gerçek” temsilcilerine geldiğini söylemiş oluyordu. Dolayısıyla bu sloganla Türk sağı kendisini hem iktidarı halkına yabancılaşmış bir grup bürokrattan alma anlamında “yerli” hem de o iktidarı millete tekrar verme anlamında “demokrat” olarak sunmuş oluyordu.

Yerlilik meselesi özellikle 60’larla birlikte anti-komünizm bağlamında büyük önem kazandı. Türk sağının anti-komünizm söyleminde komünizm “kökü dışarıda bir ideoloji” olarak tarif ediliyor ve “Sovyet emperyalizmi” başta olmak üzere “dış mihrakların” Türkiye üzerindeki “kirli emelleri”nin bir parçası olarak sunuluyordu. Bunun karşısındaki kutbu ise Türk sağı oluşturmaktaydı ve sağ bütün bileşenleriyle birlikte, yegâne “yerli” ve “milli” ideoloji olma niteliğini taşıyordu. Böylelikle mesele yabancı ve kozmopolit olanla yerli ve milli olanın bir savaşı olarak sunulabiliyordu. Oysa sağ, hem anti-komünist ideolojik tahkimatını büyük ölçüde dışarıdan sağlıyor hem de ABD ve NATO/Gladio başta olmak üzere kapitalist merkezlerden yönetiliyordu ve özellikle MHP şahsında “küresel iç savaş”ta kapitalizmin Türkiye’deki vurucu gücü olmayı seçmişti.

Demokrasi meselesi ise özellikle Türk sağı ile darbeler arasındaki ilişki bağlamında önem kazanıyordu. Türk sağı her seferinde askeri darbelerin gerçek muhatabı ve mağdurunun kendisi olduğunu öne sürdü. Her darbe sırasında iktidar oluşu ve parlamenter sisteme her geri dönülüşünde iktidara farklı isimlerle de olsa yeniden gelebilmesi bu algıyı güçlendirdi. 2000’li yıllarla birlikte ideolojik hegemonyanın bütünüyle ele geçirilmesinin ardından, Türkiye tarihinin yeniden yazılma sürecinde bu algı geniş halk kitlelerine de kabul ettirildi: darbeci ve jakoben vesayet rejimi yandaşlarının karşısında liberal ve muhafazakar demokratlar bulunmaktaydı ve Türkiye tarihi de bu iki kesim arasındaki mücadelenin tarihiydi. Özellikle 27 Nisan Muhtırası ve cumhurbaşkanlığı seçim sürecinde bu karşıtlık müthiş bir şekilde manipüle edildi ve AKP iktidarının zemininin sağlamlaştırılmasında büyük rol oynadı.

Peki “demokrasi” Türkiye toplumu ve özel olarak da sağın tabanı açısından nasıl bir anlam ifade ediyordu? Türkiye toplumu düzenli olarak sandığa gidebilme ve seçim aracılığıyla iktidarı değiştirebilme potansiyeline sahip olma anlamında “demokrasi”yi hep sevdi. Sandık çoğu kez ilkel bir sınıf bilincinin yansıdığı yer oldu emekçi kitleler içinde bulundukları sefalet ve yoksulluğu sınıfsal bir karaktere büründüremedikleri ölçüde, içinde bulundukları durumun sorumlusu olarak bürokratları, üniformalıları ya da parti liderlerini gördüler ve sandık aracılığıyla onları cezalandırdıklarını düşündüler. Örnek olsun, 2002 seçimlerinde DSP-MHP-ANAP üçlüsünden hiçbirinin barajı geçememesi, aslında bütün bir 80’ler ve 90’lı yıllar boyunca uygulanmış olan neoliberal politikalara verilmiş bir tepkiydi. Dolayısıyla Türkiye toplumunun, bu anlamdaki “demokrasi” ile arası hep iyi oldu.

Bu noktada, Metin Çulhaoğlu’nun “Demokrasi Yazısı”nı da aklımıza getirerek, Türk sağının şu andaki iktidar partisi olan AKP’ye yönelik mücadelede, yukarıda tartıştığımız iki başlığın, yani “yerlilik” ve “demokrasi”nin bir önemi olup olmadığı sorusunu sorabiliriz. Yani AKP’ye ve genel olarak Türk sağına “bunlar aslında yerli falan değildir, dünya kapitalist sisteminin Türkiye’deki mümessilidirler” ya da “bunlar aslında demokrat falan değildir, faşizan eğilimler taşıyan bir geleneğin temsilcisidirler” şeklinde bir eleştirinin siyasi mücadele açısından bir anlamı bulunmakta mıdır?

Benim bu soruya kişisel yanıtım “evet” şeklinde olacaktır. Eğer kavramların kıymetleri kendilerinden menkul değilse ve bu kıymeti her zaman o kavramlar üzerine verilen mücadele belirliyorsa, hem “yerlilik”, hem de “demokrasi” Türkiye solu açısından birer eleştiri silahı niteliğindedirler ve bu silahlar da kullanılmalıdır. Eğer Türk sağının yerlilik iddiası NATO üyeliğinde, AB adaylığında, IMF programlarında, Amerikancılıkta, bu ülkenin toprağının, ormanının, denizinin, sermaye talanına açılmasında bitiyorsa, solun bu konuda söyleyecek sözü de olacaktır.

Benzer bir durum “demokrasi” için de geçerlidir. Eğer demokrasi bugün sömürü ve tahakkümün yeniden üretilmesini sağlayan bir mekanizma haline gelmişse, mevcut halinden farklı bir demokrasinin de söz konusu olabileceğine işaret etmek siyasi mücadele açısından hiç de önemsiz değildir. Üstelik bunu söylemek “demokrat” olmak anlamına da gelmez, solun kavramlar alanını boşlamayıp o alanda da mücadele verdiği anlamına gelir. Eğer AKP kendisini bugün askeri vesayet rejimine karşı millet iradesinin temsilcisi olma anlamında “demokrat” olarak sunuyor ve ideolojik hegemonyasını da bunun üzerinden kuruyorsa, AKP’nin “demokrat” olmadığını söylemek ve bunu olabildiğince güçlü argümanlarla ifşa etmek, bir karşı hegemonya kurmayı amaçlayan siyasal özne açısından kaçınılmazdır. Hele ki söz konusu parti, burjuva demokrasisinin temelini teşkil eden kuvvetler ayrılığına nihai darbeyi vurmayı amaçlayan bir anayasa değişikliğini gündeme getirmiş ve bununla da yetinmeyip başkanlık sistemine, yani tek adam/tek parti rejimine geçileceğini genel başkanı aracılığıyla aleni bir şekilde ilan etmişse!

Tüm bu anayasa ve rejim tartışmaları bağlamında “demokrasi”nin ifade ettiği anlam, doğal olarak bir süre sonra ülke gündeminin bir numaralı maddesi haline gelecektir ki zaten öyle bir konjonktürde solun “bu tartışma bizi ilgilendirmez” demeye hakkı olmayacaktır.