Siyasal Alan Yeniden Dizayn Edilirken

Türkiye’de son sekiz yıldır siyasal alanda yaşanmakta olan dönüşümü ve o dönüşümün beraberinde getirdiklerini şu şekilde özetlemek mümkün görünüyor:

1- Soğuk Savaş’la birlikte Türkiye’nin kapitalist dünyaya kayıtsız şartsız biat etmesiyle başlayan 1923 paradigmasının tasfiyesi projesinin AKP eliyle tamamlanması ve buna bağlı olarak liberal-muhafazakâr yeni bir rejim inşası süreci.

2- İktidar partisi ile devlet arasındaki açının gözle görülemeyecek ölçüde ortadan kalkmış olması. Yani AKP devletleşirken devletin AKP’leşmesi ve bu süreçte cemaatin devlet içerisindeki örgütlenmesinin yoğunlaşması

3- Kapitalizmin son otuz yıldır yaşadığı dönüşüme uygun bir şekilde yürütme aygıtının güçlendirilmesi ve kuvvetler ayrılığı ilkesinin büyük ölçüde silikleşmesi. (Marksist düşünür Poulantzas’ın “daha iyisi olmadığından” otoriter devletçilik olarak adlandırdığı bu süreç, devletçilik kavramının Türkiye açısından taşıdığı farklı anlam göz önüne alındığında, “liberal otoritarizm” olarak adlandırılabilir.)

4- AKP’nin hem devletin zor aygıtını hem de sahip olduğu ideolojik aygıtları kullanarak siyasal alanın sınırları belirlemesi ve bu alanın dışına taşmaya çalışanları, Ergenekon ya da KCK örneklerinde olduğu gibi kriminalize etmesi. Dolayısıyla kimi siyasal özneler için “süreklileşmiş olağanüstü hal rejimi”nin tesis edilmiş olması.

5- AKP’nin siyasal alanın belirlenen sınırları içerisinde sağdan ve soldan kendi hegemonya projesine eklemleyebileceği siyasal özneler oluşturması.

6- Siyasal alanın yanı sıra siyasal söylemin sınırlarının da AKP/cemaatin ideolojik aygıtları aracılığıyla belirleniyor oluşu ve düzen partilerinin hepsinin bu söylemsel sınırlar içerisinde konuşur hale gelmesi.

Bu yazı bağlamında tartışmak istediğimiz esas mesele 4. 5. ve 6. maddelerde bahsettiğimiz siyasal alanın sınırlarının belirlenmesi olgusu. Bu olgunun ilk boyutunda, son örneğini SDP-TÖP operasyonunda gördüğümüz üzere, kimi siyasal öznelerin kriminalize edilmesi bulunuyor. Bunun en önemli iki örneği ise Ergenekon süreci ve KCK operasyonları. Her iki operasyon üzerine de soL’da çok şey yazıldı çizildi ve burada uzun uzun bunları tekrar etmeye gerek yok. Sadece şunu bir kez daha belirtmek yeterli görünüyor: Ergenekon, yeni rejim inşasına, ve KCK ise, Kürt açılımına direneceği düşünülen unsurları, yani esas olarak Kemalistleri ve Kürt hareketini, kriminalize ederek tasfiye etme yolunda gündeme getirilmiş olan bir süreçti ve süreç halen tamamlanmış değil.

Siyasal alanın sınırlarının belirlenmesi hususunda esas olarak üzerinde duracağımız mesele ise AKP’nin sağdan ve soldan temellük edip kendi hegemonya projesine eklemlediği siyasal özneler ve bu öznelerin siyasal söylemleri. CHP’yle başlayalım. Kaset skandalının ardından bu köşede yazdığımız “İstifa” isimli yazıda şöyle demiştik: “Baykal sonrası CHP için ise iki olasılıktan söz edilebilir. Ya CHP hizipler arası çatışmalar neticesinde dağılacak ve küçülecek ya da yeni rejimin istediği tarzda, yeni iktidar bloğuyla uyumlu bir sosyal demokrat parti haline gelecek ve her iki durumdan da yeni rejim karlı çıkacaktır. O halde CHP’nin dönüştürülmesi ile Türkiye’nin dönüştürülmesi arasında varoluşsal bir ilişki bulunduğunu söyleyebiliriz. Rejim savaşının bu safhasında ordu ve yargının dönüştürülmesi ile birlikte CHP’nin dönüştürülmesi de gündemdedir. Bu, CHP’nin ‘solcu’ ya da ‘anti-emperyalist’ olduğunu ve bu nedenle de hedefe yerleştirildiğini söylemek anlamına gelmez ordu ve yargı içindeki unsurlar, nasıl ki solcu ya da anti-emperyalist oldukları için değil, eski rejimin birer parçası oldukları için tasfiye ediliyorlarsa, bugün benzer bir süreç CHP’de yaşanmaktadır.”

CHP’ye bugün bakıldığında görülen, “yeni iktidar bloğuyla uyumlu bir sosyal demokrat parti” olma yolunda emin adımlarla ilerlediğidir. İçeride laiklik ya da rejim meselelerinin siyasal söylemin bütünüyle dışında bırakılması ve dışarıda Avrupa Birliği ile yeni bir ilişki tesis etme çabalarını bunun bir göstergesi olarak görebilir ve bir tür neo-kemalizmden bahsedebiliriz. (Kılıçdaroğlu ve ekibinin bunu bir iktidar stratejisi olarak benimseyip benimsemediği ise apayrı bir tartışmanın konusudur.)

CHP’den daha az önemli olmakla birlikte DSİP’in ve EDP’nin durumu da Türkiye’de yaşanan dönüşümü anlamak açısından değerli ipuçları veriyor. DSİP’in Ergenekon süreciyle birlikte AKP’nin koltuk değnekliğini üstlenmesi ve yeni rejim inşasına soldan verdiği desteğin bir süre sonra karşı-devrimci bir pozisyona geldiğini biliyoruz. Abdurrahman Dilipak ve Nazlı Ilıcak gibi isimlerle birlikte “darbeye dur demek”le başlayan süreç, bugün TKP, ÖDP, EMEP ve Halkevleri’nin oluşturduğu hayır bloğundan “dörtlü çete” şeklinde bahsetmeye kadar gelmiş durumda.

EDP’nin ortaya çıkışı ise Türkiye’deki dönüşümü anlamak açısından daha önemli görünüyor çünkü ÖDP’den ayrılan ve EDP’yi kuran ekip, AKP’nin çizdiği sınırlar içerisinde ve yeni rejimin doğasına uygun bir şekilde siyaset yapmak isterken, ÖDP’nin ana gövdesi AKP projesini kökten reddediyor. Solun bir bölümünün de, en azından SDP-TÖP operasyonuna kadar, tıpkı EDP misali, “statüko, vesayet, Kemalist rejimin sonu” gibi argümanların merkezde olduğu bir siyasal söylemi tutturması, yaşanan dönüşümün Türkiye solunda yarattığı etkiyi gösteriyor. Bu etki bugün büyük ölçüde kırılmışsa, bunda TKP, ÖDP ve Halkevleri’nin sağlam bir ideolojik/politik hak benimsemiş olmalarının büyük rolü bulunuyor ve bu bağlamda her üç örgütün de hakkının teslim edilmesi gerekiyor.

Siyasetin sağına baktığımızda ise AKP’nin açtığı alanı en hızlı bir şekilde kavrayan partinin BBP olduğu görülüyor. BBP kimi zaman yeni rejimin sivil vurucu gücü, kimi zaman ise sağdan muhalefeti olarak siyasal alanda kendini gösteriyor Hrant Dink’ten Ayasofya baskınına ve referandum sürecine, son derece kritik durumlarda üzerine düşen rolü yerine getiriyor. Bu rolü yerine getirirken, “demokrasi, vesayet rejiminin çözünmesi, milli irade” gibi yeni rejimin söyleminin en gözde kavramlarını kullanmayı da ihmal etmiyor. AKP’nin kendi projesine eklemlediği diğer bir siyasal özne ise Numan Kurtulmuş’un SP’si (idi). Gelinen noktada gelenekçi ekibin partiyi yeniden ele geçirdiğini ve Kurtulmuş’la ekibinin yeni bir girişim içerisinde olduklarını görüyoruz. Kurulacak partinin ise yeni rejimin İslamcı-sağ muhalefet partisi olacağını tahmin etmek için kâhin olmaya gerek bulunmuyor, BBP’nin ve Kurtulmuş’un partisinin AKP’nin açtığı yolda yürümeye devam edecekleri anlaşılıyor. MHP’nin kaderini ise 2011 genel seçimlerinde alacağı oy belirleyecek gibi görünüyor.

Referandum sonrası Türkiye’de bu noktadayız: Yeni rejimin sağını ve solunu oluşturan, aynı paradigma üzerinden siyaset yapan, birbirinin benzeri partiler, yani yeni düzen partileri.

Peki ya yeni rejime ve onun söylemine dâhil olmayan, gericiliğin ve piyasacılığın karşısında durmayı tercih edenler, onlar Türkiye’nin referandum sonrası siyasal denklemine nasıl dâhil olacaklar, bu sorunun yanıtını bir an önce vermemiz gerekiyor.