Sınırlara Dayanan Mazlumiyet Söylemi

Yaşarken kamusal bir figür haline gelmiş insanların ölümlerinin ve cenaze törenlerinin de kamusal nitelik taşıması şaşırtıcı bir durum değildir. Ölen kişinin yaşamıyla, dünya görüşüyle, icraatlarıyla, yapıtlarıyla etkilediği insanlar, sayıları az ya da çok olabilir, ölen kişiye son görevlerini yerine getirir ve onu kendisine yakıştığını düşündükleri bir şekilde defnederler. Talep edilen çoğu kez ulusal bir yastır çünkü sanatçı, siyasetçi ya da sporcu, yaptığı iş fark etmeksizin, ölen kişinin ulusa, ülkeye ve hatta kimi zaman insanlığa hizmet ettiği düşünülür. Bu anlamıyla cenaze törenleri kamusal birer etkinlik/eylem/gösteri olma niteliği taşır ve ideolojilerin, dünya görüşlerinin, dinlerin vs. damgalarını taşımaları nedeniyle bu törenlerin her zaman politik bir içeriğe sahip olduğu söylenebilir.

Türkiye siyaseti açısından bakıldığında da durum aşağı yukarı böyledir hatta şiddetin siyasetin ayrışmaz bir parçası olması ve başta devlet aygıtı olmak üzere siyasal aktörlerin kitlesel katliamlara, suikastlara ve sabotajlara sıkça başvurmaları nedeniyle cenaze törenlerinin Türkiye siyasal yaşamının her zaman merkezi bir yerinde bulunduğu iddia edilebilir. Uğur Mumcu’nun cenaze törenini, Sivas Katliamı’nda öldürülen insanların cenaze törenlerini, Güneydoğu’da yaşamını yitiren askerlerin ya da PKK militanlarının cenaze törenlerini akla getirmek bu merkeziliği anlayabilmek açısından yeterli olacaktır.

Peki kamusal bir figür, bir sanatçı, siyasetçi, sporcu, bilim adamı vs. olmayan, hayatının hiçbir döneminde medyatik olmamış, sade ve sıradan bir hayat yaşamış insanların cenaze törenlerinin kamusal bir etkinliğe, politik bir veçheye kavuşması mümkün müdür?

Başbakan Erdoğan’ın annesi Tenzile Erdoğan’ın cenaze töreni bu soruya “evet” yanıtı verilebileceğini bize açıkça göstermiştir. Kamusal ya da politik bir figür olmayan, medyadan uzak durmuş, sokakta görsek hemen hiçbirimizin tanıyamayacağı bir insanın cenazesi halkın da yoğun katılım gösterdiği bir devlet törenine dönüşmüş canlı yayınlar, manşetler, ölüm ilanları etkin bir şekilde devreye sokularak, televizyon ve gazeteler aracılığıyla ulusal bir yas havası yaratılmıştır.

Peki siyasal bir gösteriye dönüşen bu cenaze töreni üzerinden günümüz Türkiye siyasetinin aldığı biçim hakkında çıkarsamalarda bulunmak mümkün müdür?

Bu soruya da olumlu bir yanıt verilebilir. Kanımca, Tenzile Erdoğan’ın cenaze töreni, günümüz iktidarını ve yaratmış olduğu mekanizmaları anlamak açısından, yeni Genelkurmay Başkanı Necdet Özel’in Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’e verdiği selamdan çok daha büyük bir sembolik nitelik taşımaktadır. Bu sembolik niteliği anlamak için ise söz konusu tören vesilesiyle ilan edilen fiili ulusal yas durumuna kimlerin nasıl iştirak ettiklerine bakmak gerekmektedir.

Bu bağlamda, bakanların verdikleri beyanatların sözünü ettiğimiz iştirak halini anlamak açısından önemli ipuçları verdiğini söyleyebiliriz. Bu açıklamaların hemen hepsinde Tenzile hanımın “Erdoğan’ı doğuran anne” olmasına yapılan vurgu ön plana çıkmaktadır: Onu önemli kılan, Erdoğan gibi bir lideri dünyaya getirip büyütmesi ve böylelikle Türkiye’nin kaderini değiştirmesidir. Örneğin Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Faruk Çelik şöyle demiştir: “Türkiye'nin makûs talihini değiştiren bir lider evlat yetiştirip dünyadan göç etmek, aslında en iftihar edilecek husustur.” Bülent Arınç ise şöyle demektedir: "Biz inanan insanlarız, ölüm hepimiz için mukadder, inanıyoruz ki hayırlı amellerle, yetiştirdikleri güzel evlatlarla vatana ve millete yaptıkları hayırlı çalışmalarla Tenzile annemize Allah rahmet edecek.”

“Bir lider yetiştirmiş olma”nın merkezinde durduğu bu fiili ulusal yas haline medyanın ve sermayenin de iştirak etmesinde şaşırtıcı bir yan yoktur. Gün boyu yapılan canlı yayınlarla, gazetelere verilen tam sayfa ilanlarla, taziye dilekleriyle, atılan manşetlerle ve köşe yazılarıyla sermayeyle medya bir bütün halinde söz konusu yas tutma pratiğine dâhil olmuş, hatta bu pratiği bir tür rekabete dönüştürmekte herhangi bir sakınca görmemiştir.

Tüm bunlardan sonra, öncelikle şunu iddia edebiliriz: Cenazeye, Başbakanın camide Kuran okumasından tutun da tabutun üzerinin Kâbe’den getirilen bir örtüyle örtülmesine kadar Sünni-muhafazakâr ritüeller damgasını vurmuştur ve bu bize hem yeni rejimin dinsel karakterini hem de sağlamış olduğu toplumsal meşruiyeti çok net bir şekilde göstermektedir. Örneğin kimse artık laik bir devletin başbakanının camide Kuran okumasını sorunsallaştırmamakta bilakis bu durum doğallaştırılarak meşrulaştırılmakta, hatta bu ve benzeri ritüeller Sünni-muhafazakâr kitlelerle yeni rejimin elitleri arasındaki özdeşleşmeyi güçlendirici bir nitelik taşımaktadır.

Fakat sadece bu değil daha da önemlisi, bu cenaze törenini sembolik açıdan çok önemli kılan olgu, yeni rejim etrafında oluşan mutabakatı, yeni iktidar bloğunu ve iktidarın gerçek sahibinin kim olduğunu göstermesidir cenaze vesilesiyle hem yeni rejim hem de yeni rejimin “tek adam”ı, iktidar bloğunu oluşturan siyasi özneler tarafından çok açık bir şekilde kutsanmıştır.

İşte tam da bu cenazenin verdiği sembolik mesajdan hareketle, artık Türk sağının o kadim “mazlumiyet söylemi”ne başvurmasının nesnel hiçbir zemininin kalmadığını söylememiz mümkün hale gelmiştir. “Jakoben elitlerin hor gördüğü Anadolu insanı”ndan, “laikçi rejimin zulmettiği dindar kitleler”e, “sivil siyasete kırmızıçizgiler çeken vesayetçi zihniyet”ten, “sivil toplumu baskı altında tutan ceberut devlet”e, geniş bir argüman yelpazesine sahip olan bu söylemin gerçeklikle olan zayıf bağı, söz konusu törenle birlikte tamamen kopmuş durumdadır. Kimse artık Türkiye siyasetini yukarıdaki argümanlar üzerine inşa edilmiş mazlumiyet söylemi üzerinden okuyamaz daha da önemlisi söz konusu söylemin AKP politikalarının merkezinde bulunma şansı artık yoktur, tören herkese gerçek iktidarın kimde olduğunu çok açık bir şekilde göstermiştir çünkü.

Başta Erdoğan olmak üzere AKP yöneticilerinin ve yeni rejimin organik aydınlarının bu durumun farkında oldukları muhakkaktır. İç politika açısından bakıldığında mazlumiyet söyleminin sınırlarına gelinmiş durumdadır. İşte tam da bu nedenle söylemin dış politikadaki yeni yönelimler vesilesiyle bir süredir uluslararası siyaset sahnesine taşınmasının amaçlandığını söyleyebiliriz. İsrail’e yönelik eleştirilerin ve Filistin’in sahiplenilmesinin, Suriye ve Libya’ya yönelik kullanılan insan hakları merkezli emperyal dilin, Birleşmiş Milletler kürsüsünde vücut bulan “anti-emperyalizm”in ve Somali üzerinden küresel açlık ve yoksulluğa dikkat çeken açıklamaların gerisinde, başka faktörlerin yanı sıra, bu niyet de bulunmaktadır.

Yaratılan uluslararası lider figürüne uygun bir şekilde, Erdoğan’dan beklenen, mazlumiyet söylemini kullanarak mevcut dünya haline zaman zaman itiraz eden muhalif bir portre çizmesi ve böylelikle hem iç kamuoyundaki imajını korumaya devam edebilmesi hem de Türkiye’ye bölgede biçilen taşeron imparatorluk görevine uygun bir şekilde hareket etmesidir. Özetle söylendiğinde, sınırlara dayanan mazlumiyet söylemi, konjonktürün de etkisiyle uluslararasılaşmıştır. Söylemin Türkiye’deki kadar kolayca hegemonik bir niteliğe kavuşması mümkün görünmese de, belli bir uluslararası tabanı olacağı düşünülmektedir ve bu nedenle de taşeron imparatorluğun söylemsel inşasının merkezine yerleştirilmiş durumdadır. Oysa Wall Street’ten Yunanistan’a ve hatta Tahrir’e, mazlumlar kendi sözlerini söylemeye başlamışlardır ve onlar kendi adlarına daha çok konuşmaya başladıkça, kimsenin onlar adına konuşmasına gerek kalmayacaktır.