'Öcalan’ı da Özel Kuvvetlerin Başına Atasın'

Yazıya isim olarak seçtiğim cümle MHP grup Başkanvekili Oktay Vural tarafından, Mümtaz’er Türköne’nin Atatürk Kültür Dil ve Tarih Yüksek Kurumu’na (AKDTYK) atanmasıyla ilgili olarak kuruldu. Vural’a göre Türköne’nin AKDTYK’ya atanması, Öcalan’ın Özel Kuvvetler Komutanlığına atanması kadar “tuhaf” bir duruma işaret ediyordu.

Söz konusu atamanın tuhaflığı konusunda siyasette ve medyada öylesine geniş bir mutabakat vardı ki, örneğin Kemal Kılıçdaroğlu, Türköne’nin Atatürkçülüğü eleştiren yazılarından birinden seçtiği bir bölümü okuduktan sonra, “eğer bu sözlerin arkasındaysan sen, oradan istifa etmek durumundasın. İstifa etmiyorsan, kusura bakma seni adam yerine koymazlar. Ya sözlerinin arkasında dur, ya da o görevden ayrıl” diyordu.

Melih Aşık’ın 23 Aralık 2011 tarihli köşe yazısında söyledikleri ise medyadan verilmiş tepkilere bir örnekti. Aşık şöyle diyordu: “Cumhurbaşkanı Gül, Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Kurumu’na harika atamalar yaptı! Yönetim Kurulu’na getirdiği beş isimden Zaman yazarı olan üçünün Atatürk’le ilgili çalışmaları olmadığı gibi Atatürkçülere açıkça karşıtlığı söz konusudur... Bu harika atamalardan Mümtaz’er Türköne klasik bir Atatürk ve Cumhuriyet karşıtıdır. Atatürk’e cepheden saldırmamaya özen gösterirse de çevreden sert biçimde saldırır.”

Siyasetçilerin ve köşe yazarlarının yanı sıra Türköne’nin AKDTYK üyeliğini İşçi Partisi ve Türkiye Gençlik Birliği üyeleri de, bizzat Türköne’nin yüzüne karşı protesto ettiler Türköne’yi Kızılay sokaklarında yakalayan gençlerin attıkları sloganlara bakılırsa “Zaman’ın Mümtaz’ının" o koltukta işi yoktu.

Peki Türköne’nin ve onla birlikte yine Zaman gazetesi yazarlarından İskender Pala’yla cemaatin akademisyenlerinden Alparslan Açıkgenç’in Cumhurbaşkanı Gül tarafından Atatürk’ün ismiyle anılan bir kuruma atanmaları sahiden de üzerinde mutabık kalındığı gibi tuhaf bir durum muydu?

Bu sorunun yanıtı ilk bakışta “evet” gibi görünse de aslında ortada hiçbir tuhaflık yok bilakis bu isimlerin AKDTYK’ya atanması, geçtiğimiz günlerde TÜBİTAK Bilim Kurulu üyeliğine bir kompresörcünün atanması kadar, hatta ondan bile daha tutarlı.

Niye mi? Anlatayım.

Odatv davasının dün görülen ikinci duruşmasında hâkimin sormuş olduğu “ne iş yaparsınız” sorusuna, “dava mankeniyim” yanıtını veren Yalçın Küçük’ün söylemiş olduğu gibi “ağaçların bile sola doğru eğildiği” 1960’lı yıllar Türkiye’sinde sol, kültürel ve ideolojik hegemonyayı ele geçirmiş durumdaydı. Akademisyenler, bürokratlar, romancılar, subaylar, sinemacılar, şairler soldan bakıyor, soldan okuyor ve soldan yazıyorlardı. Durumun aciliyetini kavrayan bir grup sağcı entelektüel hızla harekete geçti. Önce 1962 yılında Necip Fazıl’ın isim babalığını yaptığı “Aydınlar Kulübü” kuruldu, kulübün 1965’te kapatılmasının ardından ise Milli Türk Talebe Birliği’nin öncülüğünde 1967’de “Birinci Milliyetçiler Kurultayı” ve 1969’da “Milliyetçiler İkinci Büyük Kurultayı Milliyetçiler İlmi Semineri” toplandı. İşte bu toplantılarda bütün bir 70’li yıllarda ve 80’lerin ilk yarısında Türkiye siyasetine büyük etkilerde bulunacak bir örgütlenmenin temeli atıldı, Aydınlar Ocağı’nın!

Aydınlar Ocağı 14 Mayıs 1970’te kuruldu. Ocağın ideolojik alandaki en önemli etkisi İbrahim Kafesoğlu tarafından formüle edilen ve 12 Eylülcüler tarafından büyük bir şevkle benimsenecek olan Türk-İslam senteziydi. Komünizmle mücadelede seküler bir milliyetçilik anlayışının yetersiz kalacağının anlaşılması üzerine milliyetçilikle İslam bir araya getirilecek ve ortaya söz konusu sentez çıkacak, Türk-İslam sentezi 70’lerden itibaren hem devlet hem de Türk sağı içerisindeki etkisini artıracaktı.

Ocak, 1970’li yıllarda bir yandan bünyesindeki akademisyenlere yazdırdığı ders kitapları aracılığıyla eğitim alanında etkili olmaya çalışırken, öte yandan Türk-İslam sentezini kullanarak, sağın merkeziyle merkezinde yer almayan siyasal özneler arasında anti-komünizme dayanan bir ittifak oluşturmaya çalıştı. Özellikle Birinci Milliyetçi Cephe hükümetinin ortaya çıkışında Ocak mensubu entelektüeller büyük rol oynadılar ve MHP Ocak sayesinde koalisyonun bir parçası oldu.

Aydınlar Ocağı’nın devlet nezdindeki kabulü ve Türk-İslam sentezinin devlet ideolojisi haline gelişi ise 12 Eylül darbesiyle birlikte gerçekleşti. Ocak mensupları darbenin anti-komünist niteliğini ve 12 Mart’tan farklı olarak uzun vadeli bir karşı-devrimci proje olduğunu anladıklarında darbeye desteklerini sundular ve darbeciler de onları rektörlük, dekanlık, TRT yönetim kurulu üyeliği gibi görevlere atayarak ödüllendirdi.

Ocakla devlet arasındaki eklemlenmenin en önemli göstergelerinden biri, 1980 yılında ilan edilen ve Türkiye ekonomisini liberalizme açan 24 Ocak Kararları’nın, henüz 1979 yılında, Ocağın düzenlediği bir oturumda Turgut Özal tarafından “Kalkınmada Yeni Görüşün Esasları” adıyla sunulmuş olmasıydı. Başka bir gösterge ise yeni anayasa yapımıyla ilgiliydi. Aydınlar Ocağı mensubu akademisyenler tarafından hazırlanan bir anayasa taslağı Milli Güvenlik Konseyi’ne iletildi ve darbe anayasası yapılırken bu taslaktan önemli ölçüde yararlanıldı. Kısacası, Aydınlar Ocağı 1980 sonrasının iktisadi ve siyasi ikliminin belirlenmesinde son derece büyük bir rol oynadı.

Peki buraya kadar anlatılanların Türköne’nin AKDTYK’ya atanmasıyla nasıl bir bağlantısı var? Bağlantı şurada: 12 Eylül darbesi bizzat Mustafa Kemal tarafından kurulmuş olan Türk Tarih Kurumu’nu ve Türk Dil Kurumu’nu solcuların kontrolünde oldukları gerekçesiyle kapattıktan sonra, her iki kurumun da işlevini üstlenecek olan AKDTYK’nın kurulmasına karar verildi. Ancak bir farkla: Kurumun kontrolü Aydınlar Ocağı bünyesindeki anti-komünist ve anti-kemalist entelektüellerde olacak ve kurum Türk-İslam sentezinin toplumsal ve ideolojik etkisinin artırılması yönünde çalışacaktı. Yani AKDTYK’nın Atatürk’le ve Atatürkçülükle tek bağlantısı isminden ibaretti.

Bu noktada, yazıyı kimi tespitler yaparak bitirmek mümkün görünüyor:

Birincisi, Türköne, Pala ve Açıkgenç gibi isimlerin AKDTYK üyeliğinde herhangi bir tuhaflık bulunmuyor bilakis kurumun 12 Eylül’ün ürünü, AKP’nin de 12 Eylül’ün devamı olduğu düşünüldüğünde atamaların gayet tutarlı olduğunu söyleyebiliyoruz.

İkincisi, Türkiye’de siyaset büyük bir hafızasızlık üzerinden icra ediliyor örnek olsun kendilerini Kemalist olarak adlandıranlar dahi, AKDTYK’nın Atatürk’ün kurmuş olduğu kurumların kapatılmasının ardından kurulduğunu bilmiyor ya da hatırlamıyorlar dolayısıyla tarih ve tarih yazımının da siyasi mücadelenin bir parçası olduğunun akılda tutulması gerekiyor.

Üçüncüsü, sadece Aydınlar Ocağı’nın, Türk-İslam sentezinin ve AKDTYK’nın tarihinin incelenmesi bile devletin İslamileşmesi ve cumhuriyetin çöküşünü anlamak açısından son derece önemli ipuçları veriyor.

Dördüncüsü, liberaller ve muhafazakârların iddia ettiğinin aksine rejimin temel dayanağını çok uzunca bir süredir Kemalizm değil Türk-İslam sentezi oluşturuyor. Ortada 80 yıldır değişmeyen vesayetçi-laik-jakoben bir rejim yok giderek dinselleşen ve böylelikle kendi sonunu hazırlayan bir rejim var.

Beşinci ve son olarak, Gül’ün YÖK’ten sonra, AKDTYK’ya da cemaate yakın isimleri ataması, devletin kurumlarının kontrolünün cemaatte olduğunu açık bir şekilde gösteriyor. Yeni rejim inşa edilirken, çoğu kez yeni kurumlar kurmak yerine eski kurumların yapılan atamalarla dönüştürülmesi gibi bir yöntemin benimsendiği anlaşılıyor, bu dönüşümde ise kilit noktalara hep koalisyonun cemaat kanadına yakın isimler getiriliyor.