Fatih Yaşlı

"Eğer müdahale edip durdurulamazsa rejim inşasının yeni aşaması, serbest seçimlerin ve sandığın formaliteden ibaret bir veçheye kavuşması, çok partili hayatın da göstermelik bir hal alması olacaktır."

Milli irade fetişizminden faşizme heves etmeye 

Fatih Yaşlı

Faşizm üzerine çalışmalarıyla tanınan Arjantinli tarihçi Federico Finchelstein, Türkçeye yakın zamanda çevrilen “Faşizme Heves Etmek” adlı çalışmasında tüm dünyada yükselişte olan sağ popülizmin tarihsel olarak faşizmin mirasını devraldığını ama kimi noktalarda ondan farklılaştığını söyler.

Finchelstein’a göre faşist rejimlerle sağ popülist iktidarlar arasındaki temel farklardan biri seçimlerdir. Faşist rejimler ve tepelerindeki liderler, işbaşına seçimle geldikleri durumda bile yeterli gücü toplar toplamaz seçimleri ve sandığı devre dışı bırakarak bir diktatörlük inşasına girişirler. Sağ popülist rejimler ise otoriter bir karakter taşımakla birlikte meşruiyetlerini seçimlerden alırlar. Sağ popülist lider kendisini halka sandıkta onaylatır, gücünün kaynağı halkın iradesidir, bu nedenle de “milli irade” sağ popülizmin en büyük fetiş kavramıdır. 

Ancak Finchelstein, artık günümüzde işlerin değişmekte olduğunu ve sağ popülist liderlerin faşizme heves etmeye başladıklarını öne sürer; yani eğer fırsatını bulabilseler, mevcut güç ilişkileri ve güç dengeleri izin verse, seçimleri ve sandığı da ortadan kaldıracak şekilde faşist bir rejim, kalıcı bir diktatörlük kuracaklardır.

Örneğin Trump 2020’deki başkanlık seçimlerini kaybettiğinde bir süre yenilgiyi kabul etmemiş, hatta 6 Ocak 2021’de Trump taraftarları ABD Kongre Binası’nı basıp bir tür darbe girişiminde bulunmuşlar, ancak Trump devlet ve sermayeden yeterli desteği bulamayınca geri adım atmıştır. Benzer bir şeyi Brezilya’da Bolsonaro denemiş, 2022 yılında seçimleri kaybetmesine rağmen bir süre sonuçları kabullenmemiş, ancak o da Trump gibi düzen güçlerinden ve aynı zamanda ABD yönetiminden destek alamadığı için koltuğu devretmek zorunda kalmıştır. 

Dolayısıyla bugün sağ popülist liderler ve iktidarlar sandıktan çıkmakta, meşruiyetlerini sandıktan almakta ama giderek artan oranda seçimleri manipüle etme ya da sonuçları kabullenmeme yönünde bir eğilim göstermekte, yani faşizme daha fazla heveslenmektedirler. 

Peki ya Türkiye, Finchelstein’ın çalışmasından yola çıkarak Türkiye için neler diyebiliriz? 

Türkiye’de de 22 yıldır sağ popülist bir lider ve iktidar iş başındadır ve o lider ve rejim de sağ popülizmin doğasına ve eğilimlerine uygun bir şekilde hareket etmektedir. Yani iktidar bir yandan “milli irade” adı altında meşruluğunu ve gücünü sandıktan almakta, kendisini seçmene onaylatmaktadır ama öte yandan serbest seçimleri giderek serbest olmaktan çıkarmaya çalışmakta, sandığı her seferinde kendisinin birinci olarak çıkacağı bir mekanizmaya dönüştürmek istemektedir.

Bunun için parti ile devlet özdeşliğine başvurulmakta, seçimlerde başta bürokrasi ve yargı olmak üzere devletin bütün olanakları kullanılmakta ve dolayısıyla Türkiye’de aslında bir süredir seçime sahiden de basitçe iktidar partisi değil devlet girmekte, muhalefet devletle yarışmaktadır. Dahası seçimler kimi zaman manipüle edilmekte kimi zaman da fiilen ya da resmen tanınmamaktadır. 

Somut örnekler vererek hatırlayalım: İktidar partisi 7 Haziran 2015 seçimlerinden istediği sonucu alamayınca, yani tek başına hükümet kuracak vekil sayısına ulaşamayınca fiili olarak seçim sonuçlarını tanımamış, ülke kan ve şiddetin damgasını vurduğu beş ayın sonunda 1 Kasım seçimlerine götürülmüş ve istenilen sonuç alınmıştır. 

Cumhurbaşkanlığı hükümet sisteminin oylandığı 16 Nisan 2017 referandumuna Türkiye 15 Temmuz darbe girişiminin ardından ilan edilen OHAL idaresi altında, yani anayasada yer alan temel hak ve özgürlüklerin sınırlandırıldığı olağanüstü koşullarda götürülmüş, dahası YSK mühürsüz oyları geçerli saymış ve referandum böyle kazanılmıştır. Muhalefet de buna ciddi bir direnç göstermemiş ve rejimin anayasal bir statüye kavuşması yönünde son derece önemli bir adım atılmıştır. 

2019’da ise CHP’nin kazandığı İstanbul seçimleri hiçbir hukuki temeli olmaksızın, “bir şey olmadıysa bile mutlaka bir şey oldu” keyfiliğiyle iptal edilmiş ve seçimler tekrar ettirilmiş, tekrar edilen seçimdeki yenilgi mecburen kabul edilmiştir.

Bugün Türkiye’de olan biteni ve özellikle son aylarda yargı sopasının giderek yoğunlaşan bir şekilde muhalefetin farklı kesimlerine doğru sallanmasını bu bağlama yerleştirerek okuyabiliriz. İktidarın bir ayağı halen sandığa basmaktadır ama öteki adım faşizme meyletmekte, diktatörlüğe heves etmektedir.

Rejim bu işler için adeta merkez üssü İstanbul olan fiili bir “özel yetkili savcılık” mekanizması ihdas etmiş durumdadır ve o da elindeki sopayı siyasetçilerden gazetecilere doğru uzanan bir genişlikte, bütün muhalif kesimlere doğru pervasızca sallamaktadır. 

Bugün bir yandan belediyelere yapılan kayyım atamaları yoluyla serbest seçimlerde ortaya çıkan sonuçlar ve dolayısıyla halk iradesi tanınmamakta, öte yandan belediyeler çeşitli polisiye operasyonlara maruz bırakılmakta ve bunun üzerinden itibarsızlaştırılmaya çalışılmaktadır.

Ancak mesele basitçe bu değildir; CHP’li belediyelere yönelik genişleyerek devam eden operasyonların varacağı yerin CHP’nin favori cumhurbaşkanı adayı Ekrem İmamoğlu olduğu, dolayısıyla masadaki planlardan birinin İmamoğlu’nu seçime sokmamayı hedeflediği açıktır. Dolayısıyla aslında bu operasyonlar sadece belediye seçimleriyle ilgili değildir, cumhurbaşkanlığı seçimlerine yönelik bir ön alma hamlesinin ilk adımlarıdır. 

CHP’ye yönelik başlatılan son “şaibeli kurultay” soruşturması ise sadece İmamoğlu’nun değil, bütün bir CHP’nin, hatta bütün bir muhalefetin hedef tahtasına yerleştirildiğini açık bir şekilde ortaya koymaktadır. İktidar siyaseti yargıyla dizayn etmek için arka arkaya adımlar atmakta, daha önceki yazılarda da kullandığım bir kavrama tekrar başvuracak olursam “seçimle gitmeme konsepti”nin taşlarını hızlı bir şekilde döşemektedir. 

Tıpkı dünyadaki sağ popülist rejimlerde olduğu gibi bugün Türkiye’de de seçimler ve sandık resmi bir şekilde iptal edilip faşizme ve diktatörlüğe geçilemez. Çünkü en azından şu an için dünyada da Türkiye’de de sermaye düzeni açık faşizme ihtiyaç duyacağı kriz koşullarında yaşamamakta, kendisine yönelik o çapta büyük bir beka tehdidi görmemektedir. 

Ancak gidişat bildiğimiz anlamda seçimlerin sonuna doğrudur; eğer müdahale edip durdurulamazsa rejim inşasının yeni aşaması, serbest seçimlerin ve sandığın formaliteden ibaret bir veçheye kavuşması, çok partili hayatın da göstermelik bir hal alması olacaktır; buradan varılmak istenen yerin Erdoğan’ın o koltukta ömrü vefa edene kadar oturması olduğu ise açıktır. 

Peki bu gidişat nasıl durdurulabilir, nasıl bir müdahale yapılabilir? İlk başta çelişkili gibi gelebilir ama sandığı ve seçimleri formaliteden ibaret hale getirmeyi amaçlayan faşizm hevesi, ancak sandık dışı müdahalelerle bertaraf edilebilir. 

Tıpkı faşizmle olduğu gibi faşizm hevesiyle de kürsülere, meclis koridorlarına, grup toplantılarına ve konuşmalarına sıkışmış bir siyasetle mücadele edilemez. Faşizm hevesinin daralttığı siyasal alanı yeniden genişletmenin yolu halkı siyasete taşımaktır, anayasal ve demokratik hakları sokakta, alanlarda, meydanlarda kullanmaktır. 

Bu iktidarın sandık yoluyla değiştirilmesi de mümkündür ama bunun için sandığın sokaktan beslenmesi, gücünü ve meşruiyetini oradan alması, ülkenin asıl gündemi ve meselesi olan ekmeğinin küçülmesinin siyasetin merkezine yerleşmesi, halkın aktif bir şekilde siyasete katılması, kendi taleplerini yine bizzat kendisinin dile getirmesi gerekmektedir. Çünkü halkın eşitlik ve adalet talebinin karşısında durabilecek hiçbir heves yoktur.