Liberaller, Muhafazakârlar ve Referandum

Bir liberal, burjuva demokrasisinin en temel ilkelerinden biri olan kuvvetler ayrılığı ilkesini ortadan kaldırmayı amaçlayan anayasal bir düzenlemeye neden destek verir?

Kuşkusuz bu sorunun çok güncel bir yanıtı bulunuyor: Neoliberalizm ve küreselleşme çağında kapitalizmin parlamenter demokrasiyi de, yüksek yargıyı da olabildiğince etkisizleştirmesi gerekiyor. Çünkü her iki kurum da sermayenin ne kadar hızlı dolaşırsa o kadar fazla kar edebildiği bir dünya düzeninde fazlasıyla yavaş, dolayısıyla da ilkel kalıyor.

Aynı şekilde her iki kurum da verecekleri kararlarla –örneğin bir özelleştirmenin kamu yararı gerekçesiyle iptali- zaman zaman sermayeyi yol kazasına uğratabiliyorlar ki kapitalizmin artık buna da tahammülü bulunmuyor.

Dolayısıyla da yürütmenin gücünün daha da pekiştirilmesi ve sermayenin kar hırsının önündeki bütün engelleri kaldıracak hızlı bir karar mekanizmasının yürütme şahsında toplanması günümüz kapitalizmi açısından bir zorunluluk arz ediyor

Dediğimiz gibi bunlar güncel yanıtlar. Ancak meselenin Türkiye özgülünde bir de tarihsel yanı bulunuyor. Bu ise liberalizmin bu topraklardaki karakteriyle ilgili.

Tarihsel olarak bakıldığında liberalizm Türkiye’de, Batı’dakinden farklı olarak, monarşizme karşı direnen ve ulusal bir pazar inşa etmek isteyen burjuva sınıfının dünya görüşü olarak değil, dünya kapitalizmine Osmanlı’yı bir açık pazar, bir yarı-sömürge olarak eklemlemek isteyen işbirlikçi burjuvazinin dünya görüşü olarak ortaya çıkıyor.

Kendisine ilk liberal payesini verebileceğimiz Prens Sabahattin’in monarşik bir unvanla anılmayı tercih etmesindeki ironi ve Anglo-Sakson hayranlığı dahi Türkiye liberalizminin söz konusu karakterini anlamamız açısından yeterli görünüyor.

Bu noktada ikinci bir soru daha soralım: bir liberal, burjuva devrimleri olan ve bir ulusal pazar yaratmayı hedefleyen 1908 ve 1923’e karşı nasıl olur da böylesi bir düşmanlık duyabilir?

Eleştirmenin ya da aşmaya çalışmanın da ötesine geçerek bu iki devrimle varoluşsal bir hesaplaşmaya girmenin, bu iki devrimi yaratan geleneği esas düşman olarak görmenin gerisinde yatan neden de ilk sorduğumuz soruda olduğu gibi tarihseldir.

Çünkü Prens Sabahattin ve Hürriyet ve İtilaf geleneğini takip eden Türkiye liberallerinin işbirlikçi ve gerici konumlarına mukabil, karşılarında konumlanan İttihat ve Terakki geleneği ile Kemalist hareket tarihsel olarak bağımsızlıkçı ve ilerici bir nitelik taşır.

Bunu bu şekilde ifade etmek İttihatçıların ve Kemalistlerin burjuva karakterlerini kabul etmemek anlamına gelmez. Aksine her iki akım da sınıfsal olarak çok nettirler ve Türkiye’de kapitalizmi inşa etmeyi bir görev olarak kabullenmişlerdir.

Ancak mesele bu inşanın niteliğiyle ilgilidir. İttihatçılar için de Kemalizmin radikal kanadı için de amaç dünya sistemi içerisinde bağımsızlığını olabildiğince muhafaza eden bir ulusal pazar inşa edebilmektir, bunun gerçekçi olup olmadığı ise bambaşka bir tartışma meselesidir.

İşte liberallerin 1908 ve 1923 düşmanlığının kökeninde tam da bu ayrışma vardır. İttihatçılar da Kemalistler de, Türkiye’yi dünya kapitalizmine, hammadde satıp mamul satın alan bağımlı bir ülke olarak değil, kalkınmış bir sanayi ülkesi olarak eklemlemeyi hedeflemişlerdir. Bu ise belli ölçülerde jakoben, kamucu ve aydınlanmacı olmayı gerektirmiştir.

Eğer bugün 1923 cumhuriyeti bir krizde ise bunun nedenini öncelikle dünya sistemi içerisinde bağımsız bir ülke hedefinden vazgeçilmiş olmasında ve liberalleşme politikalarında aramak gerekmektedir.

Bunun gerisinde ise hiç kuşku yok ki Türkiye egemen sınıfının sosyalizm korkusu bulunmaktadır. Türkiye’nin devletçi ve bağımsızlıkçı iktisat politikalarından vazgeçip liberalleşmeye başlamasıyla Soğuk Savaş’ta fütursuz bir Amerikancılığı seçmesinin aynı zaman dilimi içerisinde gerçekleşmiş olması bir tesadüf değil, tarihsel bir çakışmadır. Sosyalizm düşmanlığı beraberinde kaçınılmaz olarak bağımlılığı getirmiştir.

O halde 1908 ve 1923 devrimlerine ve o devrimleri yaratan geleneğe düşman olmanın da, kuvvetler ayrılığına bir saldırı niteliği taşıyan anayasa referandumunda evet oyu kullanmanın da Türkiyeli liberaller açısından tutarlı bir yanı vardır.

Türkiyeli bir liberal, 12 Eylül günü sandığa giderek, 1908 ve 1923’ün tabutuna son çiviyi çakma görevini de, küresel kapitalizmin ve Türkiye burjuvazisinin sınıfsal çıkarlarına uygun bir anayasal düzenlemenin hayata geçirilmesi görevini de büyük bir hevesle yerine getirecektir.

Liberalizm için geçerli olan tarihsellik, kuşkusuz muhafazakârlık için de geçerlidir. Türkiye’de muhafazakârlık, Batı’dakinden farklı olarak, hiçbir zaman ne anti-kapitalist bir nitelik taşımış, ne de Osmanlı monarşisine geri dönmeyi ve doğrudan cumhuriyetle hesaplaşmayı seçmiştir.

Bilakis muhafazakârlık da tıpkı liberalizm gibi doğuşu itibariyle işbirlikçi bir karakter taşımış ve bu nedenle de kapitalizmle bir sorun yaşamamıştır. Ayrıca cumhuriyetle doğrudan hesaplaşmayı –en azından bugüne kadar- seçmemişse de İttihatçılığa, Kemalizm’e, jakobenizme, aydınlanmacılığa ve kamuculuğa her zaman büyük husumet duymuştur.

Solun yükselişe geçtiği ve Kemalizm’i de sola çekerek güncellediği 1960’lardan itibaren sol düşmanlığı ile Kemalizm ve cumhuriyet düşmanlığının muhafazakârlık tarafından bir araya getirilmesi ve sentezlenmesi kaçınılmaz hale gelecektir. Çünkü tıpkı liberalizm gibi muhafazakârlığın da işbirlikçilikten sonraki ikinci büyük özelliği sosyalizm düşmanlığıdır.

İşte bu nedenle 12 Eylülcülerin resmi ideolojisi Türk-İslam sentezinin Washington patentli olması ve hem sosyalistleri hem sol Kemalistleri düşman olarak görmesi de elbette ki bir tesadüf değil, tarihsel bir zorunluluktur.

O halde liberallerle muhafazakârların günümüzde de devam eden ittifakını bu iki akımın tarihsel olarak durduğu yerde aramak gerekmektedir. Her iki akım da dünya sisteminin içinde yarı sömürge karakteriyle yer alan Türkiye’nin bu bağımlı niteliğini devam ettirmesi için gereken ideolojik meşruiyeti sağlama görevini üstlenmiş durumdadır.

Yalnızca bu değil, her iki akım da sınıfsal konumlanışları gereği sosyalizm düşmanıdır Türkiye’yi 60 yıldır yöneten liberal-muhafazakar merkez sağ kadroların Demokrat Parti’den AKP’ye ve 24 Ocak Kararları’ndan AKP özelleştirmelerine kadar yaptıkları bütün icraatların esas motivasyon kaynağı Türkiye’de bir sınıf hareketinin yükselişini engellemek olmuştur.

12 Eylül günü yapılacak referandum liberal-muhafazakâr ittifakın 1908 ve 23’le hesaplaşma yolunda attığı en büyük adımlardan biri olacak ve sonrasında da bütünüyle değiştirilmiş bir anayasa talebi halkın önüne getirilecektir. Bunun 2011 genel seçimlerine ve 2010 cumhurbaşkanlığı seçimine paralel şekilde dillendirilecek bir talep olacağı ise aşikârdır.

Ülkeler ve toplumlar anayasalar üzerine konuşmaya başladıklarında bir rejim değişikliği süreci ile karşı karşıyalar demektir.

“Liberallerle muhafazakârların asli taşıyıcısı olduğu ve büyük ölçüde tamamlanmış olan bu yeni rejim inşasının karşısına sol, bütün bileşenleriyle nasıl çıkacaktır” bu sorulması gereken ilk sorudur. “Sol kendi projesini, yeni bir cumhuriyet projesini, hangi temeller üzerine inşa edecek ve bunu kitlelerle nasıl buluşturacaktır”, bu ise sorulması gereken ikinci sorudur.13 Eylül 2010’dan itibaren esas meselemiz bu iki soruya nasıl bir yanıt verileceği olacaktır.