Liberalizm ve Muhafazakârlık: Eklemlenme İdeolojileri

Türkiye’de liberalizmin orijinal fikir adamları, kitlesel partileri ya da karizmatik önderleri hiç olmadı saf, pür haliyle ve batı siyasal hayatındaki anlamı itibariyle liberalizm bu topraklarda Türkiye burjuvazisi de dâhil olmak üzere taşıyıcılığını yapacak siyasal özneleri –Cem Boyner ya da Besim Tibuk gibi isimleri ciddiye almayarak söyleyecek olursak- hiç bulamadı.

Ve muhafazakârlık... Aynısı onun için de geçerliydi Tanpınar ya da Beyatlı gibi birkaç iyi edebiyatçıyı ve Nurettin Topçu gibi nevi şahsına münhasır bir ismi saymazsak, Türk muhafazakârlığının ne önemli fikir adamları oldu, ne de monarşist, anti-Kemalist ya da anti-modernist bir muhafazakârlık Türkiye siyasetinde kendine akacak bir siyasi mecra bulabildi. Muhafazakârlık daha çok bir ruh hali, bir üslup olarak kendini var etti ve adeta sağ siyaseti baştan sona kuşatan ama bunu yaparken kendine siyaset üstü bir konum atfeden bir ideoloji olarak şekillendi.

Peki her iki ideoloji de siyasal açıdan böylesine güçsüz ve etkisizlerse nasıl olmaktadır da, neredeyse yüz yıldır devam eden ve bugün de iktidarda olan bir ideolojiler ittifakından, liberal-muhafazakar bir ittifaktan söz edebilmemiz mümkün olabilmektedir?

Sorunun yanıtı, sermayedarı, asker-sivil bürokratı ve aydınıyla Osmanlı-Türkiye yönetici sınıfının kapitalist dünyaya eklemlenmeye ilişkin stratejilerinde gizlidir ve tarihsel olarak bakıldığında karşımıza, ilk kez 1902’de Paris’te yapılan Birinci Jön Türk kongresindeki ikili ayrışma etrafında şekillendiğini ve biçim değiştirerek günümüze kadar geldiğini söyleyebileceğimiz iki farklı strateji çıkmaktadır.

Söz konusu kongrenin taraflarının her ikisinin de ülkeyi kapitalizme eklemlenmek konusunda herhangi bir tereddüdü olmadığı açıktır. Ancak Ahmet Rıza çevresinde toplanan grup görece daha merkeziyetçi ve bağımsızlıkçı bir stratejiden yanayken ve monarşiyi devirmek için yabancı müdahalesine karşıyken, Prens Sabahattin ve etrafındakiler hür teşebbüsü ve âdem-i merkeziyetçiliği esas alan bir stratejiyi benimsemişler ve 2. Abdülhamit’i devirmek için dış güçlerden yardım alınmasını savunmuşlardır.

Taraflardan ilkinin siyasal evrimi İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne ve oradan da önce ilk meclisteki Birinci Grup’a, sonrasında ise Cumhuriyet Halk Partisi’ne doğru olacak ve savundukları strateji Osmanlı-Türk modernleşmesinin ya da aynı anlama gelmek üzere kapitalizme eklemlenme sürecinin ana damarını oluşturacaktır. Söz konusu ana damarın 1923’teki İzmir İktisat Kongresi’nde beyan ettiği üzere yönünü kapitalizm olarak seçtiği açıktır ancak eklemlenmeye ilişkin strateji, kalkınmacı, devletçi, görece bağımsızlıkçı ve zayıf da olsa aydınlanmacı bir paradigma üzerinde şekillenmektedir.

Stratejilerden ilki ve taşıyıcısı olan siyasal özne, 27 Mayıs’taki kısmiliği ve solun Türkiye siyaset sahnesinde güçlü bir rol oynadığı dönemdeki Ecevit hükümetlerini saymazsak, 1950’deki seçimlerden sonra bir daha asla iktidara gelememiş, devlet içerisindeki tedrici olarak azalmış olan gücünü ise AKP iktidarının ortalarına kadar muhafaza etmeyi başarmıştır.

Stratejilerden ikincisinin siyasal taşıyıcılığını ise imparatorluk döneminde Ahrar Fırkası ile Hürriyet ve İtilaf Partisi, cumhuriyet döneminde ise Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası, Serbest Fırka, Demokrat Parti, Adalet Partisi, ANAP ve AKP üstlenecektir. Bu strateji kapitalizme piyasacı, serbest ticaret yanlısı, özel girişimci ve adem-i merkeziyetçi bir paradigma ile eklemlenmeyi amaçlamaktadır ve emperyalizm söz konusu olduğunda her zaman işbirlikçi bir tutum sergilemeyi tercih etmiştir.

Liberalizmle muhafazakârlığın ittifakı anlamına gelen söz konusu strateji 1950’den beri, dünya kapitalist sisteminin yönelimlerine uygun olarak kendini yenilemeyi becermiş ve bunu ülke sınırları içerisinde hegemonik bir projeye dönüştürerek geniş kitlelerin desteğini kazanmayı başarmıştır.

İttifak İktidarda
Cumhuriyet döneminin iktidara gelen ilk liberal-muhafazakâr partisi olan DP, kapitalizmin İkinci Dünya Savaşı’nın bitiminin ardından ortaya çıkan yeni yönelimlerine uygun bir şekilde, Türkiye’nin gelişmiş kapitalist ülkelere hammadde temin etmesini sağlayacak bir tarım ülkesi olma konumunu kabul etmiş, tarımı makineleştirerek ve karayolları inşa ederek taşranın piyasa ile bütünleşmesini sağlamıştır. Aynı dönemde dinin kamusal alanda tekrar kendini gösterebilmesinin önü açılmış ve muhafazakârlığın toplumsal gücü yeniden tahkim edilmiştir. Dış politikada ise NATO’ya asker gönderilmesi yoluyla NATO’ya girilmiş ve eklemlenmenin askeri boyutu tamamlanmıştır bu ise aynı zamanda Soğuk Savaş’ta Türkiye’nin açık bir cephe haline gelmesi anlamına gelmektedir.

DP’nin 27 Mayıs’ta devrilmesinin ardından 1965’te yapılan seçimlerde AP iktidara gelecek ve “kalkınmacı hegemonya” dönemi başlayacaktır. Bu dönemde 60’ların ruhuna uygun ve 27 Mayıs’ın getirdiği düzenlemelere uygun bir şekilde ithal ikamesine dayalı hızlı bir sanayileşme politikası benimsenecek ve ekonomi planlama esasına dayandırılacaktır. Bu ise bağımsızlıkçı bir tutum olmayıp 60’larda altın çağını yaşayan refah devletçi kapitalizmin yönelimleri ile açık bir paralellik sergilemektedir. Çünkü ithal ikamecilik, gelişmiş kapitalist ülkelerden teknoloji ve ekipman ithal etme mecburiyetindedir.

12 Eylül’ün ardından gelen ANAP dönemini “neo-liberal hegemonya” dönemi olarak adlandırabiliriz. Bu dönemde dünya kapitalist sistemi ile birlikte neo-liberal politikalar yürürlüğe sokulacak ve bireycilik, köşe dönmecilik, hür teşebbüs gibi değerler toplumda hâkim kılınacaktır buna ise Türk-İslam Sentezi’nin ve tarikatların öncülüğünde yürütülen hızlı bir muhafazakârlaşma dalgası eşlik edecektir.

Liberal-muhafazakâr ittifakın şu anda iktidarda olan partisi AKP ise “neo-liberal hegemonya”nın derinleştirilmesi görevini üstlenmiş durumdadır. Kamusal bütün varlıkların özelleştirildiği, sosyal devletin bütün kazanımlarının tasfiye edildiği ve bir sadaka devletinin inşa edildiği AKP dönemini, kökenlerini 1902’deki kongreye dayandırdığımız Prens Sabahattin kaynaklı stratejinin doruk noktası ve Ahmet Rıza çizgisine karşı Sabahattin çizgisinin zaferi olarak değerlendirmek yanlış olmayacaktır. İçeride piyasacılığın yanına eklemlenmiş müthiş bir gericileştirme hamlesi ve dışarıda emperyal heveslerin beslediği Yeni-Osmanlıcılık, AKP iktidarının hegemonya projesinin unsurları olarak karşımızda durmaktadır. AKP’yi ittifakın kendinden önceki temsilcilerinden farklı kılan ise “radikal”liğidir AKP projeyi açık bir şekilde yeni bir rejim inşasına dönüştürmüş durumdadır ve bu inşa süreci devam etmektedir.

1923 paradigmasının yerle yeksan edildiği ve İkinci Cumhuriyet olarak adlandırabileceğimiz bu inşa sürecinin temel belirleyenleri nelerdir, AKP’nin eklemlenme stratejisinin ve hegemonya projesinin unsurları olarak nelere bakmamız gerekmektedir ve ideolojik arka planında neler bulunmaktadır?

Ancak ayrı bir yazı ile verilebilecek genişlikte olan bu soruların yanıtlarını bir sonraki yazıda vermeye çalışacağım.